MADakademi – Mega Projeler, Kentsel Dönüşüm ve Finansallaşma

Mekanda Adalet Derneği’nde 10 Ekim 2019 tarihinde gerçekleştirdiğimiz söyleşinin video kaydı 21 Kasım 2019’da Youtube’da yayınlanmıştır.
#MADakademi’nin bu yıl 25. etkinliği olan konuşmada sosyolog ve öğretim görevlisi K. Murat Güney ‘Massive Suburbanization: (Re)Building the Global Periphery’ isimli derlemeyi; kentsel dönüşüm, mega projeler ve finansallaşma ekseninde tanıttı.

#MADakademi etkinliklerinden haberdar olmak için
Instagram’da https://www.instagram.com/mekandaadalet
Twitter’da https://twitter.com/mekandaadalet
sayfalarını takip edebilirsiniz.

İnşaata Dayalı Büyüme Modeli ve Servet Dağılımı Adaletsizliği

Bu yazı 19 Kasım 2019 tarihinde Gazete Duvar internet sitesinde yayınlanmıştır.

AKP iktidara geldiği günden bugüne 17 yıldır Türkiye’de inşaat ve emlak sektörü odaklı bir ekonomik büyüme modelini benimsendi. Bu model, bir yandan ulusal ekonomik büyümeyi hızlandırmayı hedeflerken bir yandan da TOKİ eliyle alt ve orta-alt sınıfların konut edinmesini ve böylece bu ekonomik büyümenin faydalarının adil bir biçimde dağıtılmasını amaçlıyordu. Peki inşaat ve emlak sektörü odaklı bu büyüme modeli ve kentsel dönüşüm projeleri gerçekten de hedeflendiği ve öngörüldüğü gibi üretilen servetin yıllar içinde toplumun tüm kesimleri tarafından eşitlikçi bir biçimde paylaşılmasını sağlayabildi mi? Geçtiğimiz ay güncel verileri yayınlanan TÜİK’in “Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları” araştırması ile Credit Suisse’in “Küresel Servet Raporu”nu yorumlayan bu yazı işte bu sorunun cevabını arıyor.

KENTSEL RANT ÜRETİMİ
TOKİ eliyle gerçekleştirilen kentsel dönüşüm projeleri her ne kadar kâğıt üstünde yoksullara modern konut edindirme amacı gütse de esasında amaçlanan kayıtdışı gecekondu yapımına son verip konut sektörünü kayıt altına almak, buradan servet yaratmak ve konutu finans piyasasına entegre etmekti. Konutun finansallaşmasıyla beraber gecekonduların yerini tapuda kaydı olan, resmi olarak alınıp satılabilen ve dolayısıyla serbest piyasa kapitalizmi açısından “değer” üreten ve emlak vergileri ile devletin vergi gelirine katkıda bulunan toplu konutlar aldı.
AKP hükümetlerinin konut sektörünün ekonomik ağırlığını ciddi oranda artırmak ve konutu finansallaştırmak için kentsel dönüşüm ve toplu konut projelerine eşlik eden üç makro stratejiye başvurduğu söylenebilir. Bunlardan ilki tarihsel olarak yüksek seyreden faiz oranlarını baskılamak, ikincisi konut piyasasını yabancılara açmak, üçüncüsü de mega-projeler olarak tabir edilen havaalanı, köprü, hızlı tren, otoyol ve kanal gibi altyapı projeleri ile kentlerin çeperlerinde yaratılan yeni arsa ve konut alanları üzerinde gerçekleşen inşaatlar ile ekonomik büyümeyi sürdürmekti.
Böylece konutun TOKİ ve Emlak Konut gibi kamu kuruluşları ve onlarla işbirliği içinde çalışan yandaş inşaat şirketleri aracılığıyla spekülatif bir yatırım aracı haline gelip finansallaşması 2010-2017 yılları arasında Türkiye’de konut fiyatlarının %228, İstanbul özelinde ise %284 yani neredeyse üç kat, artmasını sağladı ve gayrimenkul, ekonomik büyüme ve servet yaratımının başlıca kaynağı oldu.
Ne var ki, son iki yılda yaşanan ekonomik kriz sonucunda suni biçimde baskılanan faizlerin tekrar yükselmesi ve zoraki mega-projelere artık finansman bulunamaması sonucu bu konut balonu ve inşaat furyası çöküntüye uğradı.

KENT RANTININ EŞİTSİZ BÖLÜŞÜMÜ
Bir dönem boyunca çok hızlı ekonomik kalkınma, sermaye birikimi ve istihdam yaratan inşaat odaklı büyüme modeliyle üretilen kentsel rantın paylaşımı son derece eşitsiz bir biçimde gerçekleşti. Kent sakinlerinin konut sahipliği durumu ve gelir seviyesine bağlı olarak kentsel dönüşüm projeleri küçük bir azınlık için ciddi bir sermaye birikimi anlamına gelirken özellikle ev sahibi olmayan, kiracı ve borçlu geniş halk kesimleri için daha da mülksüzleşmeye, borç artışına ve yoksullaşmaya yol açtı.
Buna dair en çarpıcı göstergelerden biri TOKİ’nin hedef kitlesini oluşturan düşük gelirli ailelerin ev sahipliği oranının son yıllarda git gide düşmesidir.

Devletin kendi resmi araştırma kurumu olan TÜİK’in 2006’dan beri her yıl yaptığı ve Eylül 2019’da yayınlanan son güncel verilerle beraber 2006-2018 yıllarını kapsayan Türkiye’de “Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları” araştırmasının ortaya koyduğu çarpıcı tabloya göre Türkiye’deki genel konut sahipliği oranı %60’lar seviyesinde seyrediyor ve araştırmanın kapsadığı on iki yıllık dönemde büyük bir değişiklik göstermiyor. Ancak aynı araştırmaya göre “yoksul” olarak tanımlanan Türkiye’deki ortanca (yani medyan) gelirin %60’ından az geliri olan ailelerin ev sahipliği oranı 2006’da %59.3’ten yıllar içindeki düşüş trendine bağlı olarak 2018’de %52.1’e kadar gerilemiş durumda. Yoksul sınıfların ev sahipliği oranında özellikle 2012 yılından sonra yaşanan hızlı düşüş trendi dikkat çekici. Bu veriler bizlere TOKİ’nin toplu konut projeleriyle ürettiği konutların sayıca gerek köyden kente göç edenlerin gerekse gecekondusu elinden alınanların en temel insan hakkı olan konut ihtiyacını karşılamaktan çok çok uzak kaldığını gösteriyor.
İnşaat odaklı büyüme modeli elindeki konutların sayısını ve değerini artıran en zengin kesim ile yükselen emlak fiyatları karşısında ilk konutlarını almak için büyük miktarlarda borçlanan veya bu süreçte elindeki konutu da kaybedip kiracı haline gelerek yoksullaşan orta ve alt-orta sınıflar arasındaki servet uçurumunu git gide daha da açıyor.
Burada hemen belirtmek gerekir ki, Türkiye’deki mevcut servetin büyük çoğunluğu (%75 civarı yani dörtte üçü) ev, arsa, konut, iş yeri, yani gayrimenkullerden oluşmakta. Türkiye’de AKP iktidarı altındaki 17 yılda servet üretiminin çok büyük oranda gayrimenkul üzerinden gerçekleştiğini göz önünde bulundurursak Türkiye’deki servet üretiminin de servet dağılımındaki eşitsizliğin de en büyük kaynağının gayrimenkul olduğunu söyleyebiliriz.

TÜRKİYE’DE SERVET DAĞILIMI EŞİTSİZLİĞİ

Dolayısıyla emlak sahipliği oranında zenginler ve yoksullar arasında açılan uçurum Türkiye’deki genel servet dağılımını da ciddi biçimde olumsuz etkiliyor. Yukarıdaki grafik Türkiye’deki genel servet dağılımına dair. Buradaki veriler yıllık gelir dağılımını değil toplam servet dağılımını gösteren özgün bir çalışmanın sonuçlarını yansıtıyor.
Gelir dağılımına dair çalışmalar kişilerin bir yıl içinde elde ettiği gelirleri karşılaştırırken servet dağılımına dair araştırmalar vatandaşların yıllar içinde elde ettikleri birikimlerdeki değişimi karşılaştırıyor. Kişilerin orta ve uzun vadede alım güçlerinin, toplumsal statülerinin ve siyasal etkilerinin yıllık gelirlerinden ziyade toplam servet birikimleriyle ilişkili olduğunu göz önünde bulundurursak, servet dağılımının gelir dağılımından daha net bir sosyal adalet göstergesi olduğunu söyleyebiliriz.
Buradaki verilerin kaynağı Credit Suisse’in her yıl yayınladığı “Küresel Servet Raporu”. Credit Suisse “net servet birikimini” kişilerin menkul yani finansal varlıkları ile emlak, arsa gibi gayrimenkul varlıklarının toplamından borçlarının çıkarılması sonucu elde kalan miktar olarak tanımlıyor.
Buna göre AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında toplam servetin %67.7’sine sahip olan en zengin %10’luk kesim, 2018 yılı itibariyle ülkedeki toplam servetten aldığı payı %81.2’ye çıkarmış durumda.
Buna karşın 2002 yılında Türkiye’deki toplam servetten %32.3 oranında pay alan geriye kalan %90’lık nüfusun bu payı 2018’de %18.8’e düşmüş.
Bu tablo bize ülkenin ekonomisinin büyümesi veya küçülmesinden bağımsız olarak bugünkü inşaat sektörü odaklı ekonomik modelin sürekli ve istikrarlı bir biçimde zengini daha da zengin etmeye hizmet ettiğini gösteriyor.

KENT HAKKI
Hükümetçe geniş yetkilerle donatılan TOKİ’nin kuruluş amacı dezavantajlı ve yoksul kesimler için konut sahipliğini artırmaktı. Ancak hükümetin inşaat odaklı büyüme modeli gayrimenkul üzerinden üretilen servetin toplumun en zengin kesimleri tarafından biriktirilmesine öte yandan yoksul sınıfların toplam servetten aldıkları payın erimesine yol açtı.
Bunca inşaata karşın yoksul sınıfların ev sahibi olma oranlarının git gide düşmesi oldukça düşündürücü. Üstelik yoksul ve orta sınıfların borçları ve borçluluk oranları da artmış durumda. Spekülasyonla yükselen emlak fiyatları özellikle İstanbul gibi kentlerde orta sınıfların bile ilk evlerini almasını neredeyse imkânsız hale getirdi.
Bu koşullar altında bugün toplu konut politikasının ve ilgili yasal düzenlemelerin konut sahibi olmak isteyen yoksul sınıfların önlerindeki engelleri artırmak değil ortadan kaldırmak üzere nasıl yeniden düzenlenmesi gerektiğine dair düşünmeye acil olarak ihtiyacımız var. Kent hakkı kavramını tekrar gündeme taşıyarak toplu konut ve kentsel dönüşüm projelerinin kentsel alanı kâr amacıyla sömürmek isteyenlerin değil mütevazi bir konut sahibi olmaya ihtiyacı olanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde nasıl şekillendirilebileceği üzerine kafa yormalıyız.

Kitabımız “Massive Suburbanization: (Re)Building the Global Periphery” Çıktı!


Başta İstanbul olmak üzere 13 dünya kentindeki toplu konut ve kentsel dönüşüm projelerini eleştirel bir biçimde inceleyen kitabımız “Massive Suburbanization: (Re)Building the Global Periphery” University of Toronto Press’ten çıktı! Kitabımızdaki her makale o şehir üzerine uzun süredir çalışan uzman akademisyenler tarafından kaleme alındı. Roger Keil ve Murat Ucoglu ile birlikte derleğimiz kitabımız hakkında şimdiye kadar okuyanlar aşağıdaki yorumları yaptı:

“Bu yalnızca bir kitap değil, bir olay!..”
“Bu eser, kent çalışmaları alanında çok önemli bir sentez üretiyor ve kent çalışmalarının geldiği son noktayı ileriye taşıyor…”
“Bu kitap kent çalışmaları, mimarlık, coğrafya, antropoloji, sosyoloji, sosyal politika ve benzer alanlarda ders kitabı olarak okutulabilir…”

Kitabımızı yayınevinin aşağıdaki linkinden %25 indirimle edinmek mümkün:
https://utorontopress.com/ca/massive-suburbanization-3

Our book “Massive Suburbanization: (Re)Building the Global Periphery” was finally published by the University of Toronto Press! Our book that I co-edited together with Roger Keil and Murat Ucoglu critically examines large-scale housing projects in 13 different cities with a particular focus on Istanbul. We have worked very hard and very carefully for a very long time on this, but as you see some of the previous reader’s comments below, I guess that it is worth to do it:

“This collection is more than just another manuscript. It is more like an event..”
“This publication would constitute a major synthesis and advance in the state-of-the-art regarding sub/urban studies.”
“The book could be assigned in courses in urban studies, architecture, geography, anthropology, sociology, social policy, or similar fields.”

You can purchase the book with a 25% discount by clicking the UfT Press web site link below.
https://utorontopress.com/ca/massive-suburbanization-3

Thank you very much to our contributors Stefan Kipfer, Mustafa Dikeç, David Wilson, Basmattee Boodram, Jasmine Smith, Matthias Bernt, Steven Logan, Douglas Young, Roza Tchoukaleyska, Erbatur Çavuşoğlu, Julia Strutz, Wafae Belarbi, Max Rousseau, Margot Rubin, Sarah Charlton, Abidemi Coker, Oded Haas, Karl Schmid, Tianke Zhu and Fulong Wu.

“Kalkınmanın Çelişkisi/The Paradox of Development” Başlıklı Makalemiz Yayınlandı

Bugüne kadar Tuzla Tersaneleri’ndeki iş kazaları üzerine yazdığım doktora tezimi okuyanların en çok ilgisini çeken kısımlardan “Kalkınmanın Çelişkisi/The Paradox of Development” başlıklı bir makale derledim. Makale İŞ GÜÇ: Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi’nde yayınlandı. Makale açık erişimli ve link aşağıda. Yorum ve görüşlerinize hazır.

The Paradox of Development: Rapid Economic Growth and Fatal Workplace Accidents in Turkey

I published a journal article titled “The Paradox of Development: Rapid Economic Growth
and Fatal Workplace Accidents in Turkey” based on my dissertation research. The article is open access. Here is the link to the full PDF:

Full PDF: “The Paradox of Development: Rapid Economic Growth and Fatal Workplace Accidents in Turkey”

Ekonomi Kimin İçin Büyüyor? Türkiye’de Servet Bölüşümü Adaletsizliği

TR_1vs99
Türkiye ekonomisine dair önceki değerlendirmemizde son 7 yıldır 10 bin dolar seviyesinde takılıp kalarak yerinde sayan kişi başına düşen gelire dikkat çekmiş, Türkiye’nin diğer gelişmekte olan ülkelerin altında kalan büyüme performansını gözler önüne sermiş ve “Ekonomik Büyüme Hikâyesinde Sonun Başlangıcı Mı?” diye sormuştuk. Çokça paylaşılan bu yazıya gelen yorumlarda “ekonomik büyümeden herkesin eşit bir biçimde yararlanmadığı” en çok altı çizilen nokta oldu ve Türkiye’de ekonomik büyümeden kaynaklanan zenginleşmenin nasıl paylaşıldığına dair bir araştırmanın yararlı olacağı sıkça belirtildi.

Bu yazıda işte bu önemli soruya yanıt aramaya çalışacağız. Bugün AKP hükümetinin en önemli seçim vaadi yine ekonomik istikrar ve hızlı büyüme. Peki, AKP’nin iktidarda olduğu son 12 yıl içinde yaşanan ekonomik büyüme ve hükümetin “bizi tekrar seçmezseniz bozulur” dediği “ekonomik istikrar” daha çok kimlere yaradı, Türkiye’deki servet bölüşümü bu yıllar içinde kimden yana değişti?

AKP İktidarlarında Ekonomik Büyüme Kimlere Yaradı?
Yukarıdaki ilk grafiğimizde Türkiye’deki en zengin %1’lik kesim ile geri kalan %99’luk kesimin Türkiye’deki toplam servet birikiminden aldıkları payların yıllar içindeki değişimini görüyoruz. Buna göre AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’deki en zengin %1’lik nüfus toplam servetin %39.4’üne sahipken ülkenin geri kalan %99’luk kesimi Türkiye’deki toplam zenginliğin %60.6’sını elinde bulunduruyordu. AKP iktidarı altında geçen yıllar içinde, Türkiye’deki en zengin %1’lik kesimin toplam zenginlikten aldığı payı geri kalan %99’un aleyhine çok hızlı biçimde artırdığını ve 2012 yılı itibariyle en zengin %1’lik kesimin geri kalan %99’un toplam mal varlığından daha fazla birikime sahip olduğunu görüyoruz. Servet bölüşümündeki bu son derecede adaletsiz gidişat sonucunda 2014’e geldiğimizde artık Türkiye’deki en zengin %1’lik nüfus toplam servetin %54.3’üne sahip; buna karşın nüfusun geri kalan %99’luk kesimi toplam servetten ancak %45.7 oranında pay alıyor. Yani artık Türkiye’deki çok küçük bir azınlık geri kalan %99’luk nüfusun toplam mal varlığından daha büyük bir servete sahip. Bu tablo bizlere çok açık bir biçimde AKP hükümetlerinin iktidarı altında Türkiye’deki ekonomik büyümenin zenginleri daha zengin yapmaya hizmet ettiğini gösteriyor.

Burada hemen önemli bir noktanın ve bu çalışmanın özgünlüğünün altını çizelim. Yukarıda bahsi geçen veriler Türkiye’deki “gelir” bölüşümünü değil mal varlığı ve servet birikimindeki bölüşümü yansıtıyor.

Türkiye’de “gelir” dağılımındaki derin eşitsizliğe daha önce “Ekonomi Kimin İçin Büyüyor? Türkiye’de Gelir Dağılımı Eşitsizliği” başlıklı yazıda ayrıntılı olarak değinmiştik. Bu yazıda ise ilk kez Türkiye’de zenginlik/servet eşitsizliğini inceliyoruz.

Gelir dağılımına dair çalışmalar bireylerin veya hane halkının bir yıl içinde elde ettiği gelirleri karşılaştırırken servet dağılımına dair araştırmalar kişilerin yıllar içinde elde ettikleri birikimlerdeki değişimi karşılaştırıyor. Kişilerin orta ve uzun vadede alım güçlerinin, toplumsal statülerinin ve siyasal etkilerinin yıllık gelirlerinden ziyade servet birikimleriyle ilişkili olduğunu göz önünde bulundurursak, servet dağılımının gelir dağılımından daha da net bir biçimde sosyal adaletin sağlanıp sağlanmadığına dair bir gösterge sunduğunu söyleyebiliriz.

Servet dağılımı ve gelir dağılımına dair incelemeler arasındaki bir başka önemli fark da gelir dağılımıyla ilgili TÜİK’in, Aile Bakanlığı’nın ve çok sayıda uluslararası kuruluşun (yer yer birbirleriyle çelişmekle beraber) kapsamlı veriler sunmasına karşın, aynı kuruluşların servet dağılımına dair benzer biçimde kapsamlı veri ve incelemelerinin bulunmaması. Servet dağılımı hesaplanırken, kişilerin banka mevduatları, tahvil, bono gibi menkul kıymetleri, hisse senetleri, şirket ortaklıkları ve en önemlisi ev, arsa, iş yeri gibi gayrimenkullerini hesaba katmak gerekiyor. Tüm bunları hesaba katarak dünyadaki tüm ülkelerle beraber Türkiye’deki servet birikimi ve dağılımına dair bugüne kadarki en kapsamlı veriyi üreten araştırmanın Credit Suisse’in “Küresel Servet Raporu” (bkz: Global Wealth Report) başlığıyla her yıl yayınladığı veriler olduğunu söyleyebiliriz. Bu araştırmanın “Küresel Servet Veri Kitabı” (bkz: Global Wealth Data Book) olarak yayınlanan ekinde 2000 yılından bugüne kadar Türkiye’de ve dünyadaki servet birikimini, her ülkenin dünyadaki toplam servet birikiminden aldığı payın değişimini ve her ülke içinde %10 ve %1’lik en zengin kesimlerin toplam servet içinden aldıkları payı incelemek mümkün. Credit Suisse “net servet birikimini” menkul ve gayrimenkul varlıkların toplamından borçların çıkarılması sonucu elde kalan miktar olarak tanımlıyor.

Bu çalışmada işte bu “Küresel Servet Raporundaki” veriler esas alınmıştır. Bugüne kadar bu rapora kısaca değinilen yazılar olsa da, rapor nedense bugüne kadar Türkiye’de ayrıntılı bir biçimde incelenip analiz edilmemişti. Bu eksikliği de göz önünde bulundurarak özellikle 7 Haziran seçimleri öncesinde tartışma konusu olan ekonomik istikrar ve büyümenin getirdiği zenginleşmenin aslında nasıl paylaşıldığını gözler önüne sermenin gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Credit Suisse verilerine göre 2014 yılı itibariyle Türkiye’deki yetişkin nüfusun %75.3’ünün kişi başına düşen tüm mal varlığı 10 bin doların altında kalıyor. Burada bahsi geçen 10 bin doların altında kalan miktarın yıllık olarak hesaplanan “kişi başına düşen gelir” değil kişilerin hayatları boyunca elde ettikleri toplam “servetleri” olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Yani, bırakın kişi başına geliri, Türkiye’de yaşayan nüfusun 3/4’ünün toplam mal varlığı 10 bin doların altında. Yine elimizdeki verilere göre Türkiye’de medyan servet 4 bin dolar kadar. Yani nüfusun yarısının kişi başına düşen mal varlığı 4 bin doların da altında.

2014 yılı verilerine dair aşağıdaki tablo Türkiye’deki son derece eşitsiz servet dağılımını gözler önüne seriyor. Buna göre Türkiye’deki yetişkin nüfusun

  • %75.3’ünün mal varlığı 10 bin dolardan az.
  • %22.8’inin mal varlığı 10 bin ila 100 bin dolar arasında.
  • %1.8’inin mal varlığı 100 bin ila 1 milyon dolar arasında
  • %0.2’sinin mal varlığı 1 milyon dolardan fazla.

Dünyada_Servet_Bolusumu_Ulkeler Bu veriler ışığında hesaplanan Türkiye’deki servet bölüşümüne dair GINI katsayısı: %84.3. Gelir ve servet bölüşümüne dair bir gösterge olan GINI katsayısında büyük oranlar servet paylaşımındaki adaletsizliği, küçük oranlar ise adil bir bölüşüm olduğunu gösteriyor.

Credit Suisse verileri, dünyanın farklı ülkelerinde servet bölüşümünün yıllar içinde ne yöne evrildiğine dair bilgi de sunuyor. Kanada, Almanya, Japonya gibi sosyal adaleti sağlamaya yönelik uygulamaların baskın olduğu ülkelerde servet bölüşümündeki eşitsizlik son on yıl içinde bir miktar azalmışken, Çin, Hindistan, Endonezya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde servet bölüşümündeki eşitsizliğin çok şiddetli bir biçimde arttığını gözlemliyoruz. Bu da AKP iktidarları döneminde Türkiye’yi servet bölüşümünün en adaletsiz olduğu ülkeler sıralamasında hızla yükselterek dünyada 6. sıraya yerleştiriyor.

Okumaya devam et

Ekonomik Büyüme Hikayesinde Sonun Başlangıcı Mı?

tr_milli_gelir_gelisen_ulkelerle_karsilastirma
(Bu yazı 2 Nisan 2015 tarihinde Research Institute on Turkey riturkey.org sitesinde yayınlanmıştır)

2014 ekonomik büyüme oranı açıklandı. 2014 yılı başında %4 olarak belirlenen büyüme hedefi Ekim ayında hükümetin açıkladığı Orta Vadeli Plan’da (OVP) %3.3’e düşürülmüştü. Gerçekleşen büyüme ise düşürülen beklentilerin de altında, %2.9 olarak geldi. Ekonomisi 2012’de %2.1 ve 2013’te %4 büyüyen Türkiye’nin 2014’te de yalnızca %2.9 büyümesi, cumhuriyet tarihinin büyüme ortalaması olan %5 civarının altındaki seyrin ve büyümede düşüş trendinin kalıcılaştığını gösteriyor. 2015’in ilk aylarındaki olumsuz verilere bakılırsa, yine OVP’de 2015 için hükümetin öngördüğü %4’lük büyümenin ve hatta IMF’nin Türkiye için öngördüğü %3’lük daha mütevâzi büyüme tahminin de oldukça altında kalınacağı şimdiden görülüyor. İmalat sanayi üretimindeki ve iç tüketimdeki keskin düşüş, 2014 büyümesini sırtlayan ihracatın da daha 2015 başında radikal biçimde düşmesiyle birleşince 2015’in ekonomik büyüme hikâyesinin sonunun geldiğinin tescillendiği bir yıl olması söz konusu. (bkz: Dünya Krizi ve Türkiye: İhracattaki Sert Daralma Sürüyor –Ümit Akçay)

Kişi Başına Düşen Gelir Altı Yıldır Yerinde Sayıyor
Türkiye’nin kişi başına geliri de hem bu düşük büyüme oranları hem de dolar kurundaki hızlı artış dolayısıyla son altı yıldır 2008’deki seviyenin çok da üzerine çıkamadı. (bkz: Üçe Katladık Dediler Altı Yıldır Yerinde Sayıyor: Kişi Başına Düşen Gelirin Hazin Öyküsü)

tr_kisi_basi_gelir_2002-2014

2014 için açıklanan kişi başına düşen gelir 10.404 dolar oldu. Bu, hem OVP’de 2014 için öngörülen 10.537 dolarlık hedefin hem de 2013’teki 10.822 dolarlık kişi başına gelirin ve hatta altı yıl önceki yani 2008’deki 10.483 dolarlık kişi başına düşen gelir seviyesinin de altında bir rakam. Yani kişi başına düşen gelir 2008’den beri, tam altı yıldır yerinde sayıyor.

Eğer 2015 için dolar kuru ortalaması daha senenin başında ulaştığı 2.60 TL’lik seviyeler civarında olur ve OVP’de öngörülen 2.28’lik seviyenin oldukça üzerinde seyrederse, 2015 sonunda Türkiye’de kişi başı gelirin 10 bin dolarlık psikolojik sınırın altına düşmesi söz konusu. Tüm göstergeler, 2007 sonrası dönemde, AKP hükümetinin “ekonomik mucize” yarattık, “çok hızlı büyüdük” söylemlerinin aksine Türkiye ekonomisinin oldukça vasat bir performans sergilediğini ortaya koyuyor. 2015’ten itibarense Türkiye ekonomisinin vasatın da altına düşmesi ve ekonomik büyüme hikâyesinin tersine dönmesi söz konusu.

Türkiye Ekonomisinin Dünyadaki Payı Ne Kadar?
“Ortalama Ülke Türkiye”

Daha önceki bir yazımda Türkiye’nin ekonomik ağırlığının dünya toplamına oranını incelemiş ve Türkiye’nin satın alma gücü paritesine (SAGP) göre milli gelirinin dünyanın toplam milli gelirine oranının 1987’den bu yana %1.42 ila %1.24 arasında salındığını ama %1.42’lik seviyeyi hiçbir zaman geçemediğini dile getirmiştim. (bkz: Türkiye Ekonomisinin Dünyadaki Payı Ne Kadar? Ortalamayı Geçememenin Hazin Öyküsü)

Aşağıdaki grafikte de görülebileceği gibi 1987’de dünyanın %1.41’ine denk gelen Türkiye’nin milli geliri, 1994, 1999, 2001 ve 2009 ekonomik krizlerinde %1.3 civarı ve altına düşmüş, aradaki toparlanma süreçlerinde de 1998, 2011 ve 2013’te toplam üç kez yine en fazla %1.42 seviyesine çıkabilmiştir. %1.42, Türkiye’nin dünya ekonomisi içinde bugüne kadar ulaşabildiği en yüksek paydır. 2014 sonunda Türkiye’nin milli gelirinin tıpkı 1987’deki gibi dünya toplamının %1.41’i oranında olması, Türkiye’nin ekonomik büyüme oranının 1987’den bu yana ancak dünya ortalaması kadar olduğunu, yani ortada çok da övünülecek bir ekonomik büyüme hikayesinin bulunmadığını gösteriyor. Kısacası, Türkiye için bahsi geçen ekonomik mucizenin aslında hiçbir zaman gerçekleşmediğini söyleyebiliriz.

TR_MilliGelir_Dunyaya_Orani

Türkiye’nin kişi başına düşen geliri de aşağı yukarı hep dünya ortalamasında seyretmiştir. Bugün de nominal bazda Türkiye’nin kişi başına düşen gelirinin, dünya kişi başına düşen gelir ortalaması olan 10.500 dolar civarına denk geldiğini göz önünde bulundurursak, Türkiye’nin ekonomik anlamda ortalama bir ülke olduğunu, hatta kişi başına düşen gelirinin neredeyse tam olarak dünya ortalamasını yansıttığını ifade edebiliriz.
Okumaya devam et

İş Güvenliği Önündeki Hukuki Engellere Karşı İş Yeri Denetiminin Müşterekleştirilmesi

(Bu yazı 23 Ocak 2015 tarihinde Mimar Sinan Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğim “Ekonomik Büyüme İş Kazalarının Bedeli Mi? Tuzla Tersaneleri ve İş Cinayetleri” başlıklı sunumumun ilk bölümünden derlenmiştir ve 20 Mart 2015 tarihinde Research Institute on Turkey riturkey.org sitesinde yayınlanmıştır)

Bildiği gibi Türkiye’de yılda ortalama 1500’e yakın işçi çalışırken ölüyor. 1992 yılından bu yana sadece Tuzla tersaneler bölgesinde en az 160 işçi iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirdi. Aşağıdaki tabloda da görebileceğiniz gibi Tuzla tersaneler bölgesinde iş cinayetleri üzerine saha çalışması yaptığım yıllar olan 2010’da Türkiye genelinde 1454, 2011’de de 1563 işçi iş kazalarında hayatını kaybetti. İş kazaları konusunda toplumsal duyarlılığı artırmaya ve kamuoyu oluşturmaya çalışan sivil toplum kuruluşu İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin açıklamasına göre de bu sene 301’i Soma’da olmak üzere 1886 işçi iş kazalarında hayatını kaybetti.

Tabii bu veriler sadece ulaşabilen, kaydı tutulabilen işçi ölümlerinin sayısını yansıtıyor. Uluslararası çalışma örgütü (ILO) gerçek rakamın bunun iki katına yakın olabileceğini tahmin ediyor.

Tabloda da görülebileceği gibi Avrupa istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre Avrupa’da ölümlü iş kazalarının oranı yüz binde 2. Türkiye’de 2013’te bu oran 12 idi. Soma’daki işçi katliamının yaşandığı bu yıl ise bu oranın yüz binde 16 olduğu tahmin ediliyor. Yani Türkiye’de AB ortalamasının yaklaşık 6 ila 8 katı kadar ölümlü iş kazası meydana geliyor.

Microsoft PowerPoint - ISTAG_Tuzla_Sunum_Murat.ppt [Compatibilit

İş Kazalarının Tanımı ve Tespiti Önündeki Engeller
Üzeri örtülen ve duyulmayan ölümlü iş kazaları olduğu gibi, neyin iş kazası neyin ecel ile ölüm neyin iş ile ilgisi olmayan kaza olarak tanımlandığı da ayrı bir tartışma konusu. Örneğin iş yerinde gerçekleşen intiharlar veya iş yeri çıkışında trafik düzenlemesi olmadığı için karşıdan karşıya geçen işçinin araç çarpması sonucu hayatını kaybetmesi de iş kazası olarak tanımlanması gerekirken genellikle öyle tanımlanmıyor. Bir yandan iş kazalarının tanımını genişletmek konusunda tartışmalar devam ediyor.

Bir yandan da Türkiye’de uzun yıllardır bu olaylarda işverenlerin ihmal, sorumluluk ve kasıtları olduğunu vurgulamak için işçi ölümlerinin kaza değil “cinayet” olarak tanımlanması gerektiğine dair mücadele sürüyor. Bu mücadele tabii sadece söylemsel bir mücadele değil aynı zamanda hukuki bir mücadele. Zira ölümlü yaralanmaların kaza değil cinayet olarak tanımlanması, işverenlerin maddi tazminat ile meseleyi kapatabilmesinin önüne geçerek işverenler için çok daha ağır ve caydırıcı hukuki yaptırımlar uygulanmasını talep ediyor.

Bir başka siyasi ve hukuki mücadele de iş sırasında kanserojen maddelerin kullanımı, sağlıksız hava koşullarında çalışmak gibi işe bağlı hastalıklardan kaynaklı olarak uzun vadede gerçekleşen ölümlerin de iş kazası olarak kategorize edilebilmesi için sürdürülüyor. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun verilerine göre dünyada her yıl 300 bin işçi iş yerinde gerçekleşen bir kaza sonrasında kısa süre içinde hayatını kaybederken bundan çok daha fazlası yani 2 milyon işçi, geçmişteki çalışmaları dolayısıyla maruz kaldıkları işe bağlı hastalıklar sonucunda hayatını kaybediyor. Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu’nun resmi verilerine göre ise bu 2 milyon kişi içinden Türkiye’de işe bağlı hastalıklar dolayısıyla hayatını kaybeden sadece iki kişi var!

Özetle, resmi rakamlar veya sivil toplum örgütlerinin kendi sınırlı imkanlarıyla topladıkları veriler ölümlü iş kazalarının ancak bir bölümünü yansıtabiliyor. Dolayısıyla buradan, ILO’nun ölümlü iş kazalarına dair gerçek sayının açıklanandan çok daha yüksek olduğu yönündeki tahminin yerinde bir tespit olduğu sonucu çıkarabiliriz.
Okumaya devam et

İş Kazaları Ekonomik Büyümenin Bedeli Mi? Tuzla Tersaneleri ve İş Cinayetleri

mimar_sinan_sunum_afisi23Ocak Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Kampüsü Video Konferans Salonu’nda “iş kazalarını” tartışacağımız sunuma, İstanbul’da bulunan tüm dostları bekleriz…

“Bu sunumda Türkiye’deki ekonomik büyümenin ölümcül sonuçlarına odaklanacağız. AKP hükümetinin kısa vadede ekonomik büyümeyi en büyük öncelik olarak dayatan neoliberal söylem ve eylemlerinin bir sonucu olarak Türkiye’de kronikleşen iş cinayetlerini tartışacağız. Ekonomiye dair önceliklerini çok kısa vadede, krediye ve dış kaynağa bağımlı büyüme ve Gayri Safi Milli Hasıla’yı en hızlı biçimde artırma yönünde belirleyen AKP hükümetinin ve bu önceliklerle hareket eden işverenlerin, iş güvenliğini, iş sağlığını, eğitim ve teknoloji yatırımlarını uzun vadeli birer külfet, hatta birer “lüks” olarak gören ve göz ardı eden politikaları Türkiye’de emeğin zaman ve mekân sıkışmasına maruz kalmasına yol açıyor. İşi bir an önce bitirme, kârı maksimize etme telaşı, işçilerin yaşam hakkının önüne geçiyor. Bugün resmi rakamlara göre yılda 1.500’e yakın işçinin iş cinayetlerinde hayatını kaybettiği, yüz bin işçide 12 işçinin canından olduğu, yani iş cinayetlerinin Avrupa Birliği ortalamasının 6 katı kadar gerçekleştiği Türkiye’de iş cinayetlerinin neden “doğal” olmadığını, “işin fıtratının” değil siyasi ve ekonomik birtakım tercihlerin bir sonucu olduğunu tartışacağız.
Sadece 2008 yılında 26 kişinin, bugüne kadar da 160 işçinin iş cinayetlerinde hayatını kaybettiği ve Türkiye’de iş cinayetlerinin sembolü haline gelen Tuzla tersanelerinde gerçekleştirdiğim etnografik çalışmamdan yola çıkarak iş cinayetlerinin Tuzla’daki tersaneciler tarafından yine de nasıl “doğallaştırılmaya” çalışıldığını sorgulayacağız. Yeterli tasarruftan, teknolojik ve eğitimsel birikimden, uzun vadeli bir programdan yoksun tersanecilerin yalnızca ucuz iş gücüne ve banka kredilerine dayanan kısa vadeli büyüme modelindeki ısrarlarının işçilerin yaşamları üzerindeki hayati sonuçlarını inceleyeceğiz. İşçilerin örgütlenme ve hayatlarına sahip çıkabilmelerinin önündeki hukuki ve polisiye engellerin her geçen gün biraz daha arttığı bugünlerde iş sağlığı ve güvenliğine dair denetimleri, işverenden ücret alan iş sağlığı hekimlerine, denetim şirketi ve uzmanlarına devreden hükümetin politikalarına nasıl karşı koyabileceğimizi soruşturacağız. Son olarak, ancak Soma gibi çok büyük çaplı kazalar olduğunda hatırlanan işçilerin aslında sürekli devam eden tekil iş cinayetleri, yaralanma, sakat kalma, ücret alamama ve çalışan yoksulluğuyla baş başa kalma gibi sorunlarının neden gündemde geri planda kaldığı sorusuna yanıt arayacağız ve sınıfsal farklılıkların iş cinayetlerine ve işçilerin sorunlarına yaklaşım ve ilgide yol açtığı ayrışmaları incelemeye çalışacağız.”