Yarından Sonra, Aynı Tas Aynı Hamam – The Day After Tomorrow –

Her şeyden önce söylemek gerekir ki, Yarından Sonra (The Day After Tomorrow,2003) son dönemlerde bolca çekilen bir dizi geniş bütçeli Amerikan yapımı felaket filmi arasından, bir çırpıda ayrılan, sadece görsel efektlerdeki ilerlemenin hangi noktaya ulaştığını görmek ve hoşça vakit geçirmek için gidenlerin değil, aynı zamanda dünyanın gidişatı üzerine fikir yürütenlerin de beklentilerini karşılayan bir film. Bu yazıdaki esas ilgi odağımızın da filmin tartışmaya açtığı politik ve felsefi mesajı ile filmin varoluşu ile kime ve neye hizmet ettiği sorunsalı olduğunu hemen belirtelim. Ama bugüne kadar Yarından Sonra üzerine yürütülmüş bazı genelgeçer tartışmalara da değinmeden geçmeyelim istedik.
Bu tartışmaların başında, Yarından Sonra’nın da ABD yapımı felaket filmlerinin olmazsa olmaz klişelerini barındırdığı ve kendinden öncekilerin bir kopyasından ibaret olduğuna dair eleştiri geliyor. Pek tabii, Yarından Sonra’nın bugüne kadar çevrilen çeşitli Hollywood kaynaklı felaket filmlerindeki birtakım klişeleri barındırdığı âşikar. Her zamanki gibi yine felaketi önceden öngören bir araştırmacı ve onun uyarılarını dikkate almayan bürokratlarla karşılaşıyoruz bu filmde. Yine tüm felaketlere karşın canları pahasına birbirlerini sevip kollamaya devam eden ve bunun için başlarına gelmedik kalmayan aptal aşıklar çıkıyor karşımıza. Nitekim yine filmin sonunda, öngörü sahibi adamımız ve aptal aşıklardan oluşan ekibimize, milyonlarca insanın öldüğü felaketten sağ kurtulmayı başararak Baudrillard’ın ‘Amerika’ kitabında tasvir ettiği Amerikalılar’ın en büyük tatmin kaynağı olan şu meşhur cümleyi söylemek nasip oluyor: “We did it!” (‘Yaptık – Başardık’) Ha unutmadan her zamanki gibi pişmiş tavuğun başına gelmeyenler yine gele gele New York’un başına geliyor, bu sefer de dev dalgalarla dövülen şehri sular seller götürüyor, daha önce başına göktaşı düşen, sular altında kalan, kumsala gömülen zavallı Özgürlük Heykeli ise bu kez buzlarla kaplanıp donmaktan kurtulamıyor.
Okumaya devam et

Nip/Tuck: Bana nereni sevmediğini söyle!

-Özden ayrı, … –
İnsanlar vücutları aracılığıyla doğuyor, yaratılıyor, yaşıyor ve ölüyor. Vücut ‘esas’ olan! Ruhun doldurulduğu, bir kaptan fazlası olmalı. Şu an ise ‘vücut’ tüketim çağı ile beraber geçmişte olduğundan daha çok sahibine seçim şansı veriyor. Günümüz piyasası ve teknolojisi bana ‘vücut’ verebiliyor. Pembe saçlarımla marjinal, doğal bırakılmış saçlarımla sosyalist veya başörtümle islamist olabiliyorum. Bana takılacak bir silikon ise bana mutluluk verdiği sürece ben şişme bir bebeğim ve vücudum özden mahrum, plastiki ve yapay… Etçil varlığımı ben şekillendirdiğim sürece, onun üzerine hiçbir sosyal kod ben istemedikçe yapıştırılamaz. Nip/Tuck’ta da estetik doktoru kahramanlarımıza gelen müşteriler bunu istiyor: Kendilerinin seçtiği bir vücut ve onun sayesinde edinilecek bir değer…

Foucault’nun dediği gibi Nietzsche’nin tanımladığı vücuda tarihin getirdiği değerler yükleniyor ve bu tarih aslen vücudu yaratıyor(1). Bu yüzden vücut aslında çeşitli söylevlerin çatıştığı kamusal bir alandan başka bir şey değil. Nip/Tuck, Ryan Murphy tarafından 2003 yılından itibaren Amerikan televizyonlarında gösterilmeye başlanan ve Miami’nin en iyi estetik cerrahları Christian Troy ve Sean McNamara’yı konu eden bir Amerikan dizisi. Türkiye’de CNBC-e kanalında bu dizinin birinci sezonunu geçtiğimiz Aralık ayında tamamladık. Dizinin yaratıcısı Murphy, annesi onu Elizabeth Taylor’ın Henry Fonda ile olan evliliğinin geleceği için estetik ameliyat yaptırdığı film Ash Wednesday’ye götürdükten sonra ‘estetik ve neşter’ beraberliğine inanmış. Tüm dünyada estetik ameliyatının sıradanlaşmasından da gerekli ilhamı alan Nip/Tuck tüketim çağının görsellikte geçici özü yakaladığı kültürümüzün ve görüntüde mükemmelliğe ulaşma fantezisinin altını çiziyor. Çünkü günümüz kültüründe artık önce aynaya bakıyorum ve sonra o yansımadaki kişi ‘ben’ oluyorum. O yüzden Nip/Tuck’ın jenerik müziğinin dediği gibi “beni güzel yap! (make me beautiful)” bu anlamda çok da yerine oturuyor.
Okumaya devam et

Philip K. Dick'in Evreni

Philip Kindred Dick veya kendisinden bahsederken kulladığı kısaltmayla PKD, bilimkurgu edebiyatının önde gelen isimleri arasında yer alır. 1950-1980 yılları arasında verdiği sayısız eserle adını bilimkurgu tarihine yazdırmakla kalmamış, aynı zamanda 20.yy Amerikan edebiyatının da en önemli yazarlarından biri olarak kabul görmüştür. PKD’nin, yaşadığı dünyaya ve çağına dair çarpıcı göndermeler, derin felsefi tartışmalar ve bilim ile pozitivizme karşı girişilmiş ince bir alayla bezeli roman ve öyküleri bir çırpıda, Asimov ve Arthur C. Clarke gibi isimlerin temsil ettiği bilim-teknoloji hayranı hardcore bilimkurgudan ayrılır. Bilimkurgunun yadırgatmacı özelliğini, varoluşu, gerçekliği, zamanın tek yönlülüğünü ve iktidarı sorgulamak için kullanan PKD, yer yer ironikleşen yer yer paranoyaklaşan bir dille bizlere “gerçek nedir?” ve “canlı nedir?” gibi bir dizi çok temel soru sordurtur ve bu sorulara cevaplar arar. Yukarıda sözü geçen iki soru bağlamında sırasıyla “sanal gerçeklik” ve “yapay zeka” üzerine daha yılllar önce gündeme getirdiği tartışmalar, bugün mühendislik, felsefe ve siyaset alanlarının merkezinde yer almaktadır.

PKD, 1982 yılında “Do Androids Dream of Electronic Sheep” (Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?) başlıklı öyküsünden uyarlanan “Blade Runner” filminin vizyona girmesinden bir hafta kadar önce ölür. Blade Runner filminin bir külte dönüşmesinin ardından 40'ı aşkın romanı, 200'ü aşkın öyküsü tekrar tekrar basılır. Eserleri sayısız yazar tarafından taklit edilir ve görüşlerinden ilham alan(!) nice yönetmen, PKD’nin isimini vermeksizin PKD öykülerini filme uyarlar. Kısacası son dönemlerde karşımıza çıkan birçok çağdaş sanat ürününde PKD’nin izlerine rastlamak kaçınılmazdır. Douglas Kellner’dan Jean Baudrillard’a çağdaş kuramcıların göz bebeği, siberpunkçıların ve Matrix’in atası PKD’nin eserlerini okumak, içinde yaşadığımız postmodern çağı yorumlayabilmek için elzemdir.

Vampircilik ve Ruh Durumları

WarnerBros’un Joss Whedon tarafından yazılıp yönetilen dizileri Buffy 1997’de ve Angel 1999’da ABD’de yayınlanmaya başladı. Daha sonradan tüm dünyada fanatiklerini oluşturan ve Türkiye’de CNBC-e’de özellikle genç üniversiteli seyircileri sürükleyen, Pazar akşamlarını bir süreden beri evde geçirttiren bu iki diziden Buffy, 18 Temmuz’daki finaliyle bizlere veda etti. Su anda ne yazık ki, Angel’ın son sezonu, izleyicisiyle her Pazar saat 20:00’da buluşuyor. Bu dizileri seyretmeyen ama korku ve fantastik kurguya aşina kitle ise Buffy ve Angel’ı kötü makyajcılık ve başarısız vampir miti uyarlaması yapmakla suçlamaktan geri kalmıyor. Öyleyse kimileri şu an niye Buffy ve Angel’ın eski sezonlarını netten indirmekle fanatik bir şekilde meşgul oluyor?

Vampirsiz yaşayabilir miyiz?
Öncelikle belirtilmesi gereken Buffy ve Angel dizilerinin sıradan bir vampir miti uyarlaması olmadığı ve aslen lise hayatı maceralarını ve rekabet ortamını (Buffy) veya şehir hayatı karmaşası ile kapitalizm bileşkesini (Angel) metaforik düzlemde sunduğudur. En basitinden başlanırsa, Buffy’de, avcının savaştığı kötü güçler; vampirler, zebaniler ve diğerleri, California Sunnydale Lisesi’nin bodrumunda cehenneme açılan bir kapının arkasında bulunmaktadır. Burada Whedon’ın basitçe değinmek istediği konu lise hayatının cehennemden başka bir tat vermediği olarak gözlerimizin önüne seriliyor.
Okumaya devam et

Unabomber'dan Mektup Var!

Dünya Özgürlük Mahkumları Destek Ağı ve Veganarşi fanzin’in halen Amerika’da hapishanede bulunan ve FBI tarafından Unabomber olarak adlandırılan Theodor Kaczynski ile elektronik posta aracılığıyla yaptığı röportajı yayınlıyoruz.

12 Ağustos 2003
Sevgili Ted,
Türkiye’den kendi adıma ve seni destekleyen herkes adına merhaba! Uzun zamandır seninle yazışmak aklımdaydı, çünkü tekno-endüstriyel topluma ve uygarlığa karşı başlatmış olduğun mücadelenin onurlu bir mücadele olduğuna inanıyordum. Tekno-endüstriyel toplumun değerlerinin ve uygulamalarının gezegene ve içinde yaşayan bütün yaratıklara karşı verdiği muazzam boyutlardaki savaş her geçen gün büyümekte ve iliklerimize kadar işlemekte. Bu durum sisteme karşı eski köhnemiş hareketleri tarihin çöplüğüne atıp yeni ve topyekün yıkıcı-devrimci bir hareketin zorunluluğunu bize hissettirmektedir. Senin de bu topyekün yıkıcı-devrimci hareketin aktif bir parçası olduğunu düşündüğümden, iletişimin ve dayanışmanın önemli olduğuna inanıyorum.
Kendi yaşadığım topraklar uygarlığın ilk ortaya çıktığı topraklar olmasıyla beraber toplumun geneli, içinde bulunduğum hareket ve toplumsal ilişkilerle birlikte tekno-endüstriyel sistemin değerleri tarafından neredeyse kör edilmiş olduğundan bu rahatsızlığımı paylaşacak insanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Uygarlık ve tekno-endüstriyel sistem karşıtı söylemin, literatürün ve hareketin bütün gezegene yayılması gerektiğine inanıyorum.
Bu anlamda Türkiye’deki uygarlıktan ve tekno-endüstriyel sistemden rahatsız veya karşı olan ve seni destekleyen insanlara ne gibi mesajlar verebileceğini öğrenmek ve bazı önemli konulardaki düşüncelerini almak amacıyla bu röportajı yapmaya karar verdim. Böylelikle senin fikirlerini Türkiye’de net bir biçimde öğrenmek isteyenlere de yardımcı olabilirsin…
Neyse mektubu uzatmadan, Veganarşi Fanzin ve Dünya Özgürlük Mahkumları Destek Ağı adı altında hazırladığım sorulara cevap vermeni bekliyorum…
Kara/Yeşil selamlar ve sevgiler…

4 Ekim 2003
Sevgili VegAn,
12 Ağustos tarihli mektubuna çok geç cevap verdiğim için üzgünüm. Fakat genelde mektuplara cevap vermekle bayağı bir meşgulüm ve senin mektubun aceleyle cevap verilemeyecek bir mektuptu, çünkü bazı soruların uzun, karmaşık ve dikkatlice üzerinde düşünülmesi gereken cevapları gerektiriyordu.
Aynı nedenden dolayı, bütün sorularına cevap vermek bana aşırı derecede zamana mal olurdu. Yani sorularının bazılarına -en önemli görünen ve kolaylıkla ve kısaca cevaplanabilen- cevap vereceğim.

Soru 2- Nerede ve ne zaman doğdun?
Cevap 2- Şikago-Illinois (Amerika’da) 22 Mayıs 1942’de doğdum.

Soru 3- Hangi okullardan mezun oldun?
Cevap 3- Illinois’teki Evergreen Park’ta ilk okulu ve liseyi bitirdim. Harvard Üniversitesi’nden bir diploma ve Michigan Üniversitesi’nden matematik bölümünden doktora ve mastır diploması aldım.

Soru 4- Ne işi yapıyordun?
Cevap 4- Michigan Üniversitesinden doktora diplomasını aldıktan sonra, Kaliforniya Üniversitesi’nde 2 yıllığına bir matematik profesörünün asistanı oldum.

Soru 5- Evli miydin, çocuğun falan var mıydı?
Cevap 5- Hiç evlenmedim ve çocuğum yok.

Soru 6,7,8,9- Sanırım matematikçiydin ve daha önce şimdiki gibi düşüncelerin yoktu. Düşüncelerinde değişikliğe yol açan ne oldu? Sorunun kaynağının uygarlık olduğunu ne zaman düşünmeye başladın? Uygarlığı neden reddettiğini anlatır mısın bize? Ormanda yaşamaya ve eyleme geçmeye ne zaman/nasıl karar verdin?

Cevap 6,7,8,9- Bu sorulara tam ve bütün olarak vereceğim. Aksi halde cevaplar aşırı derecede uzun ve karmaşık olurdu:
Modernliği ve uygarlığı reddetme sürecim 11 yaşımdayken başladı. 11 yaşımdayken içinde Neandertal insanın kalıntılarına bakılarak yaşamının anlamaya çalışılmasına dair spekülatif yorumlar bulunan bir kitabı okuduktan sonra ilkel yaşam biçimine karşı ilgi duymaya başladım. Sonraki yıllarda, 16 yaşında Harvard Üniversitesi’ne girdiğimde, uygarlıktan kaçmayı ve bazı vahşi yerlere gitmeyi hayal ederdim. Aynı dönemlerde, endüstriyel toplumdaki insanların, içinde yaşadıkları koşulları kontrol eden büyük organizasyonların insafına kaldığının ve özgürlükten yoksun olduklarının, bir makine çarkının sadece bir dişlisi konumuna getirildiklerinin gitgide daha çok farkına vardım ve modern yaşam karşısında hoşnutsuzluğum büyüdü.
Okumaya devam et

Dogville: İtkasabasında Davetsiz Bir Misafir

Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.
Thedor Adorno, Minimia Moralia

Mafyanın adamlarından kaçan genç, güzel ve varlıklı Grace’in (Nicole Kidman), Kuzey Amerika’nın kendi halinde, küçük Dogville kasabasına sığınmasıyla başlıyor Lars von Trier’in Amerika Üçlemesi’nin ilk filmi. Nezaket, zerafet ve merhamet anlamına gelen Grace’i Dogville’de ilk karşılayan kasabaya ismini veren köpek Moses (Musa) oluyor. Ardından kasabanın sözde filozofu Tom’la tanışıyor Grace. Tom mafyanın adamlarına yalan söyleyerek madende saklanan Grace’i kurtarıyor ve çok geçmeden Grace, diğer kurtarıcılarıyla yani Dogville sakinleriyle tanışıyor. Bu vakitten sonra film, bir soruna dönüşen, kurtarılışın bedelinin kurtarıcılara, davetsiz bir misafir olarak kasabaya gelen Grace’in borcunu, onu bağrına basan(!) kasaba halkına nasıl ödeyeceği üzerine tartışmalarla devam ediyor. Böylece ahlak felsefesinin sınırlarını zorlayan ve insan ruhunun karanlıklarında gezinen bir film olarak devam ediyor Dogville…
Okumaya devam et

Hatalı Kopyalar ya da Üçüncü Dünya: bir elektrik kesintisinin düşündürdükleri…

Giriş:
Davetsiz Misafir’in yaz sayısındaki denememde, Matrix filminin metaforlarından yararlanarak bugün içinde yaşadığımız dünyayı tasvir etmeye çalışmıştım. Yazının ana ekseninde Matrix filminin bulunmasında, filmin çağını çok iyi yansıttığı düşüncesine olan inancım olduğu gibi, çağımızın dünyasının, gerçekliğin çöle dönüştüğü bir matrixi andırması da rol oynamış olmalı. Eh, gerçekliğin seyirlik görüntüler ve imajlar toplamından ibaret hale geldiği bir dünyada, sinemanın ışıltılı perdesinden yansıyan görüntülerin gerçekten daha gerçek yani hipergerçek olarak algılanmasına ve tam da bu nedenle bizleri böylesi cezbetmesine şaşmamalı. İşte bu noktada akıllara takılası şu malum soruyu; gözlerimizin içine baka baka, “hepiniz bir simülasyon içinde yaşayan beş voltluk pillersiniz” deyip bizleri evlerimize gönderen bir filmin, bu simülasyonun neresinde durduğu sorusunu, bir başka dergideki bir başka yazıya bırakıp, (bkz. Altyazı Dergisi, Kasım Sayısı, “Küflenmiş Gerçekliğin Son Sahnesi, Matrix Devrimleri”) ilgimi ve dolayısıyla ilginizi başka bir noktaya çekmek istiyorum: Matrix’in ve simülasyonun dünyası ile genelde üçüncü dünya, özelde ise yaşadığımız topraklar arasındaki büyük uçuruma. Evet, geçen yazımda, Türkiye’nin 80’lerde başlayan dönüşümlerin ardından 90’ların sonlarına doğru nasıl da simülasyona kıyısından eklemlendiğini iddia etmiştim. Bu iddiam, az sonra değineceğim çoğu nokta için bâkidir. Ancak, bir nokta var ki, bu hem “Matrix ve Dünyayı Kurtaran Adamların Sonu” başlıklı yazımının sonuna şu an okuduğunuz yazının başlığını atarak açık bir kapı bırakmama, hem de okuyuculardan eleştiriler alarak bu tartışmanın sürdürülür kılınmasına yaramıştır. Evet, az çok tahmin edeceğiniz gibi, tartışma konusu düzenin aşırı rasyonelleşmesi olgusudur. Batılı toplumların, Matrix’in ve simülasyon düzeninin temel taşlarından biri olan aşırı rasyonelleşmeye, buralarda hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Bırakın aşırısını, yakın çevremizde rasyonellikten dahi söz etmek güçtür. Belki de, Matrix adlı uçurumun kıyısında sallanıp duran bizlerin, düşmemek için tutunduğumuz yegâne şey bir tutam irrasyonelite otudur! Bu yazının temel iddiası bu olacaktır…

Simülasyon düzeni…
Şimdi hem bahsi geçen tartışmadan bihaber olanları haberdar etmek, hem de “simülasyon düzeni” ve “Türkiye simülasyonun kıyısında duruyor” derken ne kast ettiğimi açıklamak için, 80 sonrasında yaşanan toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümlere dair hala bâki olan değinmelerimi özetlemek istiyorum.
80’ler tüm dünyada olduğu gibi bir özgürlük, bir bireyselleşme vaadiyle beraber başlamıştı. Farklı kültürlerin, farklı kimliklerin, o ana dek bastırılmış, yok farz edilmiş azınlıkların yeniden keşfedildiği, o zamana kadar susturulanların artık sınırsızca konuşmaya teşvik edildiği, globalleşmenin çok kültürlü, çok uluslu doğasının dört bir yana ışık hızıyla yayıldığı bu dönemler birçoklarınca, özgürlüğün ve demokrasinin çağı olarak coşkuyla kutsandı. Oysa liberalizmin bu sınırsız özgürlük vaadi aslında büyük bir kapana kısılmışlığın gizlenmesinden başka bir şey değildi. Baudrillard, hep beklenen devrimin bu dönemlerde aslında sessiz sedasız bir şekilde gerçekleştiğini, bir zamanlar özgürlük ve eşitlik adına talep edilen ne varsa bugün sistem tarafından fazlasıyla karşılandığını ifade edecekti. Cinsel, dinsel, etnik, sınıfsal veya ideolojik her türden kimliğin hem her şey olma hem de hiçbir şey olmama anlamında ortadan kalktığı, kültürel çeşitliliğin ancak reklamlarda yansımasını bulduğu, cinsiyetlerin birbirinden farksızlaşıp, politikanın içeriğini yitirerek bir simülasyona dönüştüğü, ticari mallardan öte, duyguların, acının, öfkenin, sevincin ve hatta ölümün seyirlik bir görüntü, tüketilesi bir imaj haline geldiği böyle bir dünyada özgürlük ancak tüketme özgürlüğünden ibaret olabilirdi. Yaşar Çabuklu’nun bir yazısında vurguladığı gibi:
“Eski kapitalist toplumdan farklı olarak postmodern toplum yaşamı olumsuzlama, bedeni hor görme, çilecilik, katillik, ciddiyet, içgüdülerin bastırılması, kendini adama, aile, heteroseksüellik gibi konumları kategorik olarak desteklemiyor. Hatta tersine ‘bedenin dışa açılması’ politikası çerçevesinde gülmeyi, eğlenceyi, festivalleri, farklı cinsellikleri, tek başına yaşamayı tüketimsel çoğulculuğun birer parçası olarak değerlendirip onaylıyor.” (Y. Çabuklu, Nietzscheci Anarşizmin Düşündürdükleri, Virgül Dergisi)
Okumaya devam et