Atina'da Polis Cinayeti, 16 Yaşında bir Anarşist Öldürüldü!

pics_dunya_1831_24171Atina’da 16 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos adlı bir anarşistin öldürülmesi üzerine, Yunanistan’daki anarşistler ve iktidar karşıtları işte aşağıdaki bu cümlelerle ayaklandı.

“Ey iktidar sevicileri; güce tapanlar, seçim sandıklarındaki oylarıyla iktidarın tuğlaları! Doğayı ve insanları katletmeye; türleri yok etmeye ya da tüm bu olan bitenlere seyirci kalmaya daha ne kadar devam edebileceksiniz? Bu ölümü hissedebiliyor musunuz?”

6 Aralık saat 22:00’de, iki Yunan polisi Atina merkezinde, Exarchia meydanı çevresinde devriye sırasında, çevredeki gençlerle tartışmaya başladı. Tartışma sırasında, polislerden birisi silahını çekerek gençlerden 16 yaşındaki Alexis Grigoropoulos’a iki el ateş etti. Yaralan Alexis, Evangelismos Hastahanesi’ne kaldırıldığında yaşama veda etmişti.

Dünya’nın farklı noktalarında protesto gösterileri ve doğrudan eylemler devam ediyor…
Sadece Atina’da, yalnızca son iki günde 24 banka şubesi, 35 işyeri, 22 araç, 12 ev, 7 otobüs durağı, 63 çöp konteyneri, iktidardaki Yeni Demokrasi Partisi’nin (YDP) yerel yönetim bürosu ateşe verildi.
Selanik Aristo ile Atina Teknik Üniversitelerine giren grupların bölgede bulunan çevik kuvvet ekiplerine molotofkokteylleri atmaya devam ettikleri, polisin ise göz yaşartıcı gazla karşılık verdiği kaydedildi.

Bu arada, 16 yaşındaki Aleksandros Andreas Grigoropulos adlı gencin öldürülmesi olayına karışan 2 polis memuru ve olayın meydana geldiği Eksarhia semti
polis merkezi amirinin, açılan soruşturma bitirilene kadar görevden alındıkları açıklandı.
Öte yandan Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis, olaylarda hayatını kaybeden gencin ailesine gönderdiği baş sağlığı mesajında, “Tüm Yunanlılar gibi kendisinin de çok büyük üzüntü duyduğunu, sorumluların bulunacağını ve böyle bir olayın tekrar etmemesi için gereken tüm önlemlerin alınacağını” kaydetti.

Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas ise olayların bir hukuk devleti için travma teşkil ettiğini belirtti. Yunanistan İçişleri Bakanı Prokopis Pavlopulos ile Bakan Yardımcısı Panayotis Hinofotis’in dün sabah istifalarını Başbakan Karamanlis’e sundukları, ancak istifalarının kabul edilmediği açıklanmıştı.
Polisin açtığı ateş sonucunda 16 yaşındaki bir gencin yaşamını yitirmesini “münferit bir olay” olarak niteleyen Pavlopulos, olaylarla ilgili soruşturmanın sürdürüldüğünü ve suçluların örnek olacak şekilde cezalandırılacağını açıklamıştı.
Pavlopulos, protesto gösteriyle ilgili olarak da insan haklarıyla ilgili gösterileri haklı bulduğunu, ancak bu gösterilerin masum vatandaşlara zarar vermesine izin vermeyeceklerini vurgulamıştı.

Okumaya devam et

Devrim: "Bir Strateji Serisi"

Yazan: Saul Newman
Çeviren: Canay Özden

1798 senesinde Kant Fransız Devrimi hakkında şöyle yazdı:

velvet-revolution.jpg“Eğer bu olayda istenen sonuca ulaşılamamış, devrim veya ulusal anayasa reformu sonuçta başarısız olmuş, hatta bir süre geçtikten sonra her şey (şimdilerde politikacıların öngördüğü gibi) eski haline geri dönmüş olsa bile, onun getirdiği felsefi ilham gücünden hiçbir şey kaybetmemeli. Çünkü bu olay fazlasıyla önemlidir, insanlığın çıkarıyla çok bağlantılıdır ve etkisi dünyanın her tarafında, bu tarz çabaların tekrarı arzusuyla çalkalanan uluslar tarafından hatırlanmamak için fazlasıyla yayılmış vaziyettedir.”

Kant için 1789 Devriminin onu izleyenlere neşrettiği coşku insan ilerlemesinin açık bir işaretiydi. Gelişme için bir eğilimi ve insanlığın temel bir amacını başarmak için duyulan kendinden eminliği ortaya çıkarmıştı; bu amaç aynı zamanda bir hücum savaşını da önleyecek olan bir cumhuriyet anayasasıydı. Ayaklanmanın kendisi bir başarısızlığa dönüşse ve kendini kana buladıysa da, Devrim kendisini tarihin ortak belleğine yazarak zamanın kumaşında sürekli bir kırılma meydana getirmişti. Bu, varolmayı sürdürecek, barutun gürültüsü dindikten çok sonra bile ve eski rejimlerin hemen yeniden kurulmasına rağmen, anlamı yankılanmaya devam edecek bir olaydı. İnsan ilerlemesinde sürekli bir ufuk teşkil edecekti; onu izleyen çatışmalarda hep hatırlanacak ve üzerine tekrar düşünülecek bir şeydi.

Neden devrimi bu şekilde düşünmek bugünlerde bu kadar zor? Zamanımız hem büyük devrimci özgürleşme ve sosyal dönüşüm projelerinin hem de mevcut küresel kapitalizme alternatif herhangi bir tahayyülün gözden kaybolmasına koşullanmış görünüyor. Her devrim fikrinin naif, gerçekten uzak ve felaketlere gebe olduğunun, mevcut ekonomik ve siyasal düzen ile barışıp onun erdemini tanımamız gerektiğinin bize durmadan söylendiği evrensel bir tepki döneminde yaşıyoruz. Kant tarafından tanımlanan coşkulu “devrim iradesi”nin yerini temkinli bir makulluk ve teslimiyet politikası aldı. Acaba insanlığın amaçları başarılmış, Kant’ın kehanetine uygun olarak hücum savaşını önleyecek ve insanların diledikleri anayasa gerçekleştirilmiş midir? Pek sanmıyorum. Kant’ın umduğu evrensel barıştan epey uzakta görünüyoruz ve mevcut siyasal anayasalar bugün, anlamsız “demokrasi” etiketi altında, en kötü sömürüleri saklıyorlar.
Okumaya devam et

"Bizim de Günümüz Gelecek!": Sinemada Anti-Militarizm, Militarizm ve Devrimci Şiddet

landandfreedom3.jpgMilitarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırı 'Ülke ve Özgürlük (Land and Freedom)' – 'Cezayir Savaşı (Battle of Algiers)' – 'Utanç (Shame)' – 'Bir Savaş Sonrası Manzarası (Landscape After a Battle)' filmleri üzerinden düşünmek

Devrimci şiddet meselesine dair düşünürken iki temel soruyu aklımıza getirmek faydalı olabilir: “Devrim kendiliğinden olan bir fenomen midir?” ve “Militarist olmayan bir devrim mümkün müdür?”
Devrim, şartlar olgunlaştığında, kendisini taşıyacak sınıflarca verilecek sınıf savaşımının nihayetinde ulaşılacak bir aşamadır. Bu önerme çok önemli bir tespite işaret ediyor; o da devrimin tarihin akışı içinde kendiliğinden gerçekleşecek bir fenomen olmadığıdır. Her ne kadar şartların olgunlaşması tarihin diyalektiğinin bir getirisi olsa da, “son kertede” devrimci sınıfların vermesi gereken bir mücadele vardır. O zaman devrim salt kendiliğinden olan bir fenomen değildir. Bu sonuç bizi devrim için elzem olan devrimci şiddet meselesine götürür. Bu yazıda, devrim için verilen mücadelenin koşullarının tarihsel olarak belirlenip belirlenmediğinden öte, mücadelenin nasıl yürütüleceğinin ve mücadele biçiminin herhangi bir belirlenim mekanizmasına tabi olup olmadığını ele alacağım.
landandfreedom.jpg Mücadelenin belli bir belirlenim mekanizmasına tabiiyeti meselesi bizi en başta sorduğumuz ikinci soruya götürür. Eğer belli bir belirlenim mekanizması söz konusu değil ise militarist olmayan bir devrim ve devrimci şiddet mümkün olabilir. Ancak militarist olmayan bir devrimci şiddet için militarist olanın tanımını yapmalı, militarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırları isabetli bir biçimde çizmeliyiz.
Bu yazıda, devrim – kurtuluş – “özgürleştirme” mücadelesi veren kişi ve gruplar üzerinden militarizmi tasvir eden dört filmi ele alacağım: Ken Loach'un Land and Freedom'ı (1995), Gillo Pontecorvo'nun Battle of Algiers'i (1965), Ingmar Bergman'ın Shame'i (1967) ve Andrzej Wajda'nın Landscape After a Battle'ı (1970). Bu filmler üzerinden militarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırı tekrar düşünmeye çalışacağım.
Okumaya devam et

Hiçbir Kimlik ya da Değer Mutlak Değildir

baudrillard.gif“Radikal Kitap Eki'nin 9 Mart 2007 tarihli sayısında yayımlanmıştır.”

Jean Baudrillard 6 Mart günü aramızdan ayrıldı. Ancak, gerek içinde yaşadığımız dünyayı gerekse sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızı bizlere yadırgatan ve böylece hali hazırda olanın, ‘olması gereken’ olmadığını gösteren sarsıcı üslubu ile hep hatırlanmaya devam edecek.
Baudrilard’ın, yaşamı boyunca verdiği tüm eserlerinde ortak olan bir tema varsa bu da bugün gerçek olarak algıladıklarımızın, üzerine anlam yüklediğimiz değerlerin, bağlandığımız kimliklerin ve aidiyetlerin mutlak ve ebedi olmadığı fikriydi. Elbette, bu fikri ilk kez dile getiren Baudrillard değildi. Nietzsche’den Heidegger’e, Foucault’dan Deleuze’e uzanan tüm bir yapısalcılık sonrası eleştirel kuram, Baudrillard’ın düşüncesi ve yazınına damgasını vurmuştu. Baudrillard’ın tüm bu adı geçen düşünürlere katkısı ise bu kuramsal eleştiriyi, gelişen teknolojiyle kurduğumuz ilişki üzerinden yeniden düşünmesi ve böylece bizleri gündelik tecrübelerimizi sorgulamaya davet etmesi oldu.
Okumaya devam et

Sonradan Yetişmenin Psikolojisi

Yazan: Sezai Ozan Zeybek

Murat Belge’nin ‘Sonradan Yetişmenin Psikolojisi’ isimli söyleşisine gittim. Bütün anlattıklarını detaylı bir şekilde tekrar etmeyeceğim. Anahatlarıyla; Avrupa’da yaşanan modernizasyon sürecinin dünyanın geri kalanında bir yetişme psikozu yarattığını, geriden gelmenin çeşitli avantajları ve dezavantajları olduğunu, mesela ucuzlamış ileri teknolojiyi gelişim evrelerini atlayarak doğrudan ithal etme imkanının mümkün olduğunu; ancak bu esnada mesela ’80 Sonrası Kültürü’ diyebileceğimiz bir tuhaflıkla karşı karşıya kaldığımızı anlattı Murat Belge. Buna ‘sıçrama efekti’ ismini verdi. Belli dönemleri atlayarak ‘uyanıklık’ yapılamayacağından, aralar ‘boş’ olduğu için modernizasyona uyum gösterme konusunda zorluklar yaşadığımızdan bahsetti. Örnek olarak gençleri verdi. 80’den sonra gençleri anlamanın zorlaştığından, gençlerin bir tüketim toplumuna doğduklarından, kuşaklar arasında daha önceye oranla daha fazla bir kopukluk olduğundan yakındı. Bunu da Türkiye’nin “literate” olmadan, yani okuma dönemini atlayarak, “audiovisual” (kendi kelimeleri) olmasına bağladı.

Murat Belge’nin okuryazarlıktan (literacy) kastı basitçe okuyabilmek ve yazabilmek değil; kitap okumak, kitap okuma kültürüne sahip olmak. Audiovisual ise kısaca televizyon veya internet. Murat Belge’ye göre Türkler, bilhassa gençlik, Batı’dan farklı olarak kitap okuma kültürünü geliştiremeden televizyona geçtiğinden ortaya bir ‘bayağılık’ çıkıyor. Tüketen, sadece tüketen bir toplum hasıl oluyor. Son olarak, gidilen yolun yol olmadığını söyleyerek konuşmasını bitirdi Murat Belge.

Hemen her televizyon programında duyabileceğimiz bir değerlendirme yeniden dillendiriliyordu. Tabi sorun bu değerlendirmenin çok tekrarlanması değil; arada bazı kelimelerde görünür olan kabuller, varsayımlar, hakikatler, doğrular… Murat Belge’nin dili doğrudan kalkınmacılık söyleminin içinden konuşuyor, belli anlamlar, belli kavramlar, belli hiyerarşiler kuruyor, denetliyor ve yönetiyor; (Nietzsche’yi anarak) bir hapishane kuruyor. ‘Geri kalmış’ diye nitelendirilen toplumların yaşadığı bazı dönemleri (bu durumda Türkiye’nin 70 yılını) bir ‘boşluk’ olarak imliyor; sadece ileri-geri gidilebilen bir yol haritası çiziyor, ‘sıçramak’tan, ‘düşmek’ten, ‘bayağılık’tan, doğru/düzgün kalkınamamaktan yakınıyor. Bu esnada, kalkınmanın ‘hakiki’ bir örneğini, Batı’yı (ama hangi Batı?); buna mukabil onun ucube taklitçilerini (Türkiye; ama gene hangi Türkiye?) anlatıyor.
Okumaya devam et

Caché: Avrupa’da Irkçılığın Saklı Yüzü

balca_cachekk.jpgNe kadar kolay unutuyoruz… Bugünü, şu anı, tarihselliğinden ve dünyasallığından koparıp nasıl da ebedi ve ezeli zorunlu tek gerçeklikmiş gibi yaşıyoruz. Her şeyin bu denli hızlı değiştiği ve unutulduğu bir çağda geçmişi, yaralarımızı, acılarımızı ve pişmanlıklarımızı nasıl da bastırıyor, saklıyor, hiç yaşanmamış, hiç olmamış, bizi hiç ‘bozmamış’ gibi yolumuza devam ediyoruz… Belki böylesi daha kolay geliyor da ondan.
Amerikalı feminist düşünür Judith Butler’ın söylediği gibi her büyük kayıp, her ağır pişmanlık, her derin yara bizi bedenlerimizin sınırlarını yeniden düşünmeye, bizi biz yapan kimliğimizi yeniden sorgulamaya zorluyor . Bu zorlu süreci aşmanın bir yolu, ‘yaralanabilir’ olduğumuzu kabul etmek; kaybın, acının ve pişmanlığın yasını tutmak ve bu yası tutarken kabuk bağlayacak yaranın iziyle değişime uğramış yeni bir benliği, yeni bir kimliği taşımaya ve yeniden yaralanmaya ve tekrar değişmeye açık olmak. Oysa öyle korkuyoruz ki yaralanmaktan ve değişmekten, en ufak bir acıya katlanmak en ufak bir pişmanlığın sıkıntısını çekmek o kadar katlanılmaz geliyor ki, en kolayından geçmişte yaşananları örtbas etmenin, saklamanın, unutmanın yollarını arıyoruz.
Saklı olan karşımıza her çıktığında ise öfkeden köpürüyoruz. Bir türlü kapanmasına izin verilmemiş, üzeri açık bırakılmış bir yaraya dokunulması o kadar çok acı veriyor ki, bu tehdit karşısında kontrolümüzü kaybediyoruz. Saklı olanla karşılaşmak belki hiç bu kadar travmatik olmamıştı.
İşte Michael Haneke’nin son filmi “Caché”, nam-ı diğer “Saklı”, Avrupa’nın yüzyıllardır bastırdığı, yüzleşmekten her daim kaçındığı, kendisinden bile sakladığı yarasına parmak bastığı için bu kadar sarsıcı. Evet, Haneke ırkçılıktan bahsediyor.
Okumaya devam et

Ulusu Tasarlamak

Osmanlı Bankası Müzesi yeni bir sergiye ev sahipliği yapıyor: Ulusu Tasarlamak, 1920’ler ve 1930’larda Avrupa Devletleri. Sergi 1920’ler ve 1930’lardaki toplum mühendisliği tarihi üzerine. Devlet iktidarının nasıl kitleleri belli modernite projeleri ışığında yeniden icat etmek ve şekillendirmek üzere kullanıldığını inceliyor. Sergi her gün saat 10:00 ile 18:00 arasında Osmanlı Bankası Müzesi, Bankalar (Voyvoda) Caddesi, No: 35-37 Karaköy/İstanbul adresinde ziyaret edilebilir. Sergi 20 Mart 2007 tarihine kadar açık olacak.

Müzenin sponsorluğunda gerçekleştirilen sergi kitle siyaseti döneminde, diğer bir ifadeyle 1920’ler ve 1930’larda, belli modern iktidar teknolojilerine odaklanıyor. Sömürgeci Fransa, iç savaştaki İspanya, Faşist İtalya, Nazi Almanyası, Sovyetler Birliği ve Kemalist Türkiye görsel siyasi kültürün farklı ideoloji ve beraberinde gelen farklı modernite projelerinin propagandasını yapmak için kullanıldığı ‘Avrupa devletleri’ olarak karşımıza çıkıyor.
Okumaya devam et

Peter Sloterdijk ile Avrupa ve Amerika'nın Geleceği Üzerine

Geçen sayımızdaki giriş yazısında, Almanyalı düşünür Peter Sloterdijk ve eseri Sinik Aklın Eleştirisi’nden bahsetmiş ve bu eleştirinin bizi nerelere taşıyabileceğini tartışmaya çalışmıştık. Dillendirdiğimiz bu tartışmalar dergi çıktıktan sonra birbirinden değişik görüşlerle yankı buldu. Biz de, bugüne değin buralarda pek bilinmeyen ama çarpıcı görüşler dile getirmiş düşünürleri dergimizin sayfalarına taşıma misyonumuzdan hareketle bu sayımızda da Almanya’da bir hayli popüler bir düşünür olmasına ve hatta çağdaş Alman felsefesini bugün devam ettiren başlıca aktör olarak lanse edilmesine karşın Türkiye’de nedense bugüne kadar pek adı duyulmayan Peter Sloterdijk’a yer ayıralım ve onu biraz daha yakından tanıtalım diye karar almıştık. Ne tesadüftür ki, bu kararı alıp kendisiyle yapılmış söyleşilerden bir derleme hazırladığımız sırada Sloterdijk’ın Türkiye’ye geleceğini öğrendik. Böylece yaptığımız bu çalışma bir kez daha değer kazanmış oldu. 20-22 Ekim 2005 tarihleri arasında, Peter Sloterdijk, çok sayıda yerli ve yabancı düşünürle beraber, İstanbul Goethe Enstitüsü’nün Beyoğlu-Tünel’deki adresi Teutonia’da ‘Philosophie im Wandel’ (Değişmekte Olan Felsefe) başlıklı uluslararası felsefe kolokyumunda konuşmacı olacak ve ‘Tarihin Sonu ve Terörizm’ konulu bir konuşma yapacak. Görüşlerine katılın ya da katılmayın ama hazır buralara kadar gelmişken, bir söz ustası olan bu dünyaca ünlü düşünürü dinlemeden geçmeyin deriz. Davetsiz misafir dergisi yazarları olarak biz de etkinliği yakından takip edecek ve belki kısa da olsa, ‘21. yüzyılda siyaset arayışları’ üzerine bir konuşma yapacağız. Herkesi bekleriz. Bu arada unutmadan söyleyelim, Sloterdijk’ın görüşleri hakkında söyleşi öncesi daha kapsamlı bilgi edinmek için Everest Yayınları’ndan çıkan İnsanat Bahçesi İçin Kurallar adlı kısa metnini alıp okuyabilirsiniz. Bu metin, Sloterdijk’in bugüne değin Türkçe’ye çevrilmiş tek kitabı.
Okumaya devam et