Dogville: İtkasabasında Davetsiz Bir Misafir

Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.
Thedor Adorno, Minimia Moralia

Mafyanın adamlarından kaçan genç, güzel ve varlıklı Grace’in (Nicole Kidman), Kuzey Amerika’nın kendi halinde, küçük Dogville kasabasına sığınmasıyla başlıyor Lars von Trier’in Amerika Üçlemesi’nin ilk filmi. Nezaket, zerafet ve merhamet anlamına gelen Grace’i Dogville’de ilk karşılayan kasabaya ismini veren köpek Moses (Musa) oluyor. Ardından kasabanın sözde filozofu Tom’la tanışıyor Grace. Tom mafyanın adamlarına yalan söyleyerek madende saklanan Grace’i kurtarıyor ve çok geçmeden Grace, diğer kurtarıcılarıyla yani Dogville sakinleriyle tanışıyor. Bu vakitten sonra film, bir soruna dönüşen, kurtarılışın bedelinin kurtarıcılara, davetsiz bir misafir olarak kasabaya gelen Grace’in borcunu, onu bağrına basan(!) kasaba halkına nasıl ödeyeceği üzerine tartışmalarla devam ediyor. Böylece ahlak felsefesinin sınırlarını zorlayan ve insan ruhunun karanlıklarında gezinen bir film olarak devam ediyor Dogville…

Böyle bir giriş yaptıktan sonra filmi yorumlamaya ve içeriğinden çıkarsamalar yapmaya geçebiliriz. Ama bunu yapmadan önce yazı akışında kısa bir kesinti yapıp filmin yönetmeni ve yöntemine kısaca değinmekte yarar var. Zira, yönetmenin varoluşu ve filmin biçimi de tıpkı içeriği gibi Amerika eleştirisinin bir parçası. İlk olarak, önceki filmleri, söylemleri ve evvelce yayımladığı Dogma manifestosuyla bir iç tutarlılık kaygısı taşımayan yönetmenin, yer yer kendi kişiliğine dahi yönelebilen avangardlığını (yıkıcı yaratıcılığını) takdir etmek gerekiyor. Yönetmen, varoluşuyla adeta iç tutarlılık takıntılı, muhafazakar dünya görüşüne, verilmiş sözlerin bağlayıcılığına, meydan okuyor.
Trier aslında bu şiddetli yıkıcılığını Hollywood’un sinema anlayışına da yöneltiyor. Tasvirlerin mümkün olduğunca gerçekçi bir şekilde yansıtıldığı, tüm maddi ve teknolojik imkanların sonuna kadar zorlandığı görsel efektler ve animasyonlarla bezeli filmlerin karşısında, duvarları tebeşirle çizilmiş evlerin olmayan kapılarından giriyormuş gibi yapılan Brechtvari bir tiyatro sahnesi olarak yaratıyor Dogville’i. Aslında yaptığı tam da Brecht gibi, bize çok yakın olduğu, gözümüzün içine sokulduğu için göremediğimiz bir gerçeği, gözümüzün önünden biraz uzaklaştırıp görünür kılmak ve yadırgatmak. Böylece, Hollywood’un izleyicilere yaptığı büyüyü bozan, görsel efektlerle yaratılan gerçekliğin izlenenin bir film olduğunu unutturan düzenini yapıbozumuna uğratan Dogville, bu anlamda Amerikan ana akım sinemasına da meydan okuyor. (-Lars von Trier’in yaşamı, filmleri, sinemaya bakışı ve maruz kaldığı eleştiriler ile ilgili kapsamlı bir dosyayı Altyazı Dergisi’nin Aralık 2003 sayısında bulabilirsiniz…-)
Filmin yönetmeni ve yöntemi ile ortaya koyduğu eleştirinin, içeriğinde ve mesajında Amerikan yaşam tarzı ve ahlak anlayışına yönelerek daha da sertleştiğini söyleyerek yeniden filme geri dönebiliriz.
Nasıl ki Trier’in sinemasının, Brecht’in epik tiyatrosundan ne kadar etkilendiğini görmemek mümkün değilse, Dogville’de yaptığı ahlaki sorgulamanın da Nietzsche’nin köle ahlakından türediğini vurguladığı Hristiyan ahlakını eleştirdiği “Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine” incelemesinden etkilendiğini görmemek mümkün değil. Zaten bu gönderme Dogville’in (İtkasabası) bekçiliğini yapan ve kasabaya da adını veren köpeğin isminin Musa olmasıyla daha filmin başında ortaya konuyor. Dogville kasabasını oluşturan insanlara baktığımızda da benzeri bir göndermenin izlerine rastlıyoruz. Dogville’in nüfusu, aptallar, sakatlar, körler ve hastaların oluşturduğu büyük oranda fakir insanlarından, tam da Hristiyanlığın ilk olarak yaygınlık kazandığı kesimlerden gelen insanlardan oluşuyor. Ve Grace’in gözünde başlangıçta, açgözlü olmayan, merhamet dolu, yardımsever bu fedakar ve ezilmiş insanların ahlaki düzeni, tıpkı Orta Çağ’dan bugüne tarihin tanık olduğu gibi, zaman içinde, özgür insan üzerinde korkunç bir işkenceye dönüşüyor. Kasabanın iyiliğinin, kurtarıcılığının ve merhametinin bedeli olarak emeği sömürülen, defalarca tecavüze uğrayan ve en sonunda da boynuna zincir vurulan Grace’in başına gelenlere, Amerika’nın bir zamanlar Hiroşima’da, Nagazaki’de, Vietnam’da, Afganistan’da ve bugün Irak’ta iyilik adına, dünyayı kurtarmak adına, neler yaptığını düşünürsek aslında hiç de şaşırmamak gerekir.
“İyilik yapma” ve “yardım etme” edimlerinde içten içe gizlenmiş tecavüze kadar varan müdahale etme dürtüsünü deşifre eden ve gözler önüne seren Dogville, böylece aynı zamanda “temsil” sorununu da masaya yatırıyor ve bize şu soruları sordurtuyor: “Ahlakın ve iyinin tanımı neye göre ve kim tarafından yapılacaktır? Başkaları adına iyinin ve doğrunun tanımını yaparak bu ilkeler doğrultusunda onları kurtuluşa götürmeye çalışmak en büyük kibir değildir de nedir?”
Cevabı yine filmin kendisi veriyor: “İyilik, fedakarlık, merhamet ve alçakgönüllülük, tüm bu ahlaki değerlere sahip olma arzusu, aslında en büyük kibirdir! Üstelik bu kibir, çok vicdanlı olduğunu, kibirli olmadığını söyleyen, kibri yerin dibine batırarak yükselen, iki yüzlü bir kibirdir.” İşte Trier’in film boyunca şiddetle vurguladığı en önemli mesajı bu.
Filmde, Dogville halkının ahlaki maskesinin düşmesi, çok uzun zaman almıyor ve kasaba halkı tüm zaaflarıyla çok geçmeden dişlerini gösteriyor. Zaten Grace’e tecavüz eden ilk kişi olan Chuck’ın da dediği gibi kasabadaki insanları küçük bir yerde yaşamaya mahkum eden ve şehirdekilerden ayıran, onların sadece daha beceriksiz olmaları. (Bu noktada, şehrin gürültüsünden ve kirliliğinden yakınıp duran ve doğayla başbaşa geçirilecek bir taşra yaşamını idealize eden metropol insanına yönelik alaycı bir eleştiri göze çarpmakta.) Eğitimli bir şehirli olan Grace ise, biraz daha becerikli olduğuna inandığından olsa gerek, kendisine tokat atana diğer yanağını dönen İsa karakterini oynamakta uzun süre ısrar ediyor ve kafasında idealize ettiği otantik Dogville imajını koruyor. Başına gelenleri insani zaaflara yorarak ulvi bir merhamet duygusuyla, onları anlamaya çalışmayı ve bağışlamayı sürdürüyor; bir şehirli olarak ne kadar iğreti dursa da, kasabalılarla empati kurmaya, onlarla özdeşleşmeye, onlar gibi olmaya çalışıyor. Ta ki, babası olduğu anlaşılan mafya reisi geri dönüp Grace’e, kendisini kibirli olmadığına inandırmanın, merhametinin ve alçakgönüllülüğünün en büyük kibir olduğunu göstererek, maskesini düşürdüğü ana kadar. İşte o zaman işler değişiyor ve Grace bir iyilik meleğinden hiddetle intikam alan bir şeytana dönüşüyor ve Dogville kasabası içinde yaşayan tüm insanlarla beraber yakılıyor… Aslında film baştan sona zaten tam da bunu, iyilik melekleri ile intikam şeytanları arasındaki ilişkinin zannettiğimiz kadar uzak olamadığını, göstermekte.

Peki tüm bu göndermelerin ve kibir üzerine verilen dersin Amerika ile ilgisi ne?
Aslında filmin eleştirisi direkt olarak, bugün Amerika’da ve tüm dünyada yükselmekte olan yeni muhafazakarlığa yönelik. En çok üstlerine alınması gerekenler de herhalde, görüntüleri TV’lerden, talk show’lardan eksik olmayan, her geçen gün söylevleriyle günlük yaşantımızda daha da çok yer edinen mutluluk uzmanları, psikologlar, terapistler ve doğru yaşam kılavuzları! Tüm bunlara yüzlerinden her daim koca, aptal bir gülümseme eksik olmayan politikacıları, sivil toplum savunucularını ve solcuları da eklemek mümkün. Bunlar tıpkı Dogville’in vaazcısı ve aydını Tom gibi, cemaatlerini aydınlatma maskesi altında onların önderi olmayı arzulayanlar. Durdurak bilmeden bağışlamayı, iyiliği, yardımı ve alçakgönüllülüğü telkin eden, hayata bağlanın-yılmayın çalışın diskurunu tekrarlayan, dünyayı kurtarma peşinde binbir fedakarlıkla bizim için(!), insanlık için uğraşıp didinen ve bu söylemleriyle çok yüce, kahramanca bir şey yaptıklarına inanan bu vaazcılar; aslında günah çıkarma odalarını psikolog yatağına, engizisyon işkencesini elektrikli sandalyeye, cadı yakma törenlerini de insan hakları adına atılan napalm bombalarına terfi etmekten başka bir şey yapmadılar.
Buna karşın, Grace’in, Dogvilliler’e Dogville’i tüm çıplaklığıyla anlattığı ancak neden sonra adeta bir toplu günah çıkarma ayinine dönüşen sahnede olduğu gibi bugün milyonlarca insan, vaazcıların terapi seanslarında, talk show’larda ve politik münazaralarda bütün rezilliklerini bir bir itiraf ederek ruhlarını arındırıyor ve hafızalarının üzerini Dogville’de olduğu gibi kalın bir tabaka karla örterek aklanıp paklanıyor.
Bu noktada Grace’in, Nietzsche’nin sözünü ettiği, yüzyıllar boyunca köle ahlakına boyun eğmek zorunda kalan üst-insanı temsil ettiğini söylemek mümkün. Hatta Grace, yıkıcı yaratıcılığıyla tam da bu filmin Nietzsche’si. Köle ahlakı üzerine inşa edilmiş Musa’nın İtkasabasını, yani Tanrı’nın yeryüzündeki krallığını yakıp, üzerindeki kar örtüsünü buharlaştıracak, Tanrıyı öldürerek küllerinden üst-insanı yeniden yaratacak olan kişi de yine bu dünyaya davetsiz bir misafir olarak gelen Grace.
Trier son filmiyle belki de, alçakgönüllülüğün, acımanın ve kurtarıcılığa soyunmanın en büyük kibir, umudun en büyük acı olduğunu söyleyen; temsilin ve dolayısıyla empatinin olanaksızlığını vurgulayıp üst-insanın kendi ahlakını kendi ayakları üzerinde durarak yaratması gerektiğini vurgulayan Nietzsche’yi, çok satan kitabında bir psikolog yatağına yatıran ve hatta ağlatan, kısacası onun üzerini karla örtmeye yeltenen şu meşhur terapist ya da itkasabasının modern rahibi Irwın Yalom gibilerden, Nietzsche’nin intikamını almaktadır…

Dogville: İtkasabasında Davetsiz Bir Misafir” üzerine 2 yorum

Özlem İÇER için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s