Der Untergang – Çöküş: "Auschwitz'ten Sonra Şiir Yazmak"

“Bu kitapta, çocukluktan beri içimde taşıdığım Almanya’yı ve Almanlık ruhunu bir kez olsun dile getirmek ve onlara duyduğum sevgiyi itiraf etmek istedim; çünkü bugün ‘Alman’ olan her şeyden nefret ediyorum!”
Hermann Hesse, “Narziss ve Goldmund” üzerine, 1933

30 Nisan 1945… Milyonların ölümüne mal olan bir iktidar hırsı ve tarihte görülmemiş bir yıkımın ardından gelen bir intihar… Üçüncü Reich’ın Führer’i Adolf Hitler, karısı Eva Braun ile birlikte intihar ettiğinde, Almanya 1933’te Naziler’in iktidara gelişiyle başlayan on iki yıllık bir histeri nöbetinden yeni yeni uyanmaktaydı. Tarihin belki de gelmiş geçmiş en büyük hesaplaşmasının Almanlar’a armağını içleri boşalmış, duvarları delik deşik olmuş binalardan ibaret, harabeye dönmüş onlarca hayalet şehir olmuştu. Ertesi sabah, bu şehirlerin külleri Nisan yağmurlarıyla yıkanır ve milyonlarca Yahudiye, Çingeneye, eşcinsele, hasta, sakat ve yaralıya mezar olan toplama kamplarından yükselen dumanla birleşip gökyüzüne karışırken, artık bomba yağdırmayan müttefik uçaklarının yeni günü selamlayan uçuşları arasından yükselen güneş, Almanya için yeni bir dönemi müjdeleyecekti. Nazilerin iktidarının ve İkinci Dünya Savaşı’nın son günü böylece, Almanya tarihine “die Stunde Null” (Sıfır Saati) olarak geçti. Sıfır saatinden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Tüm şehirler sıfırdan yeniden inşa edilecek, otoyollar sıfırdan yeniden döşenecek, fabrikalar sıfırdan başlayıp yeniden işleyecekti. Yıkıntıların ve molozların üzerinde yeni bir Almanya yükselecekti. Sıfır saatinden sonra doğan her bebek yepyeni, aydınlık ve lekesiz bir Almanya’nın ümidi olacaktı.
Ne var ki, Almanlar bir şeyi gözden kaçırmıştı veya bilerek onu görmek, onunla hesaplaşmak istememişti: Bu büyük savaşta yıkılan sadece şehirlerdeki binalar, otoyollar, fabrikalar ve havaalanları olmamıştı. Bombalar sadece şehirlerin, binaların ve insanların üzerine yağmamıştı. Bombalar, aynı zamanda kadim Alman medeniyetinin insanlığa armağan ettiği binlerce sanat eserinin, yüzyıllar içinde geliştirdiği engin düşünce birikiminin, dilinin, kültürünün ve en önemlisi de insanlarının zihinlerinin üzerine de yağmış, adeta trans halindeki bir uygarlık ve o uygarlığı oluşturan zihinler üzerinde onulmaz bir tahribat yaratmıştı. Gerçekten de hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Frankfurt Okulu’nun önde gelen düşünürü, savaş sürgünü Theodor Adorno’nun dediği gibi “Auschwitz’den sonra bir daha asla şiir yazılamazdı!”
Almanya’nın şehirleri Marshall yardımlarıyla birer birer yeniden inşa edilirken, Almanlar yaşadıkları zihinsel tahribatı tamir etmek yerine onu görmezden gelmeyi, basitçe yok saymayı tercih etmişlerdi. Sanki Naziler diye birileri hiç olmamıştı. Öyle bir geçmiş yaşanmamıştı. Yaşandıysa da sorumlusu Almanlar olamazdı. Sanki uzaydan gelen ve kendilerine Nazi diyen bir grup yaratık 1933’te Almanya topraklarına inmiş, tüm halkı hipnotize etmiş ve 1945 Nisan’ında bir anda çekip gitmişlerdi. Arada ne olduğunu, neler yaşandığını kimse hatırlamıyordu. Tarih 1945’in Mayıs ayında başlamamış mıydı? Yeni Almanya için sıfır saatinden öncesi yoktu.

Almanya Tarihiyle Hesaplaşıyor:
Ne var ki, zihinlerdeki geçmişin kalıntıları ile uğraşmak, şehirlerin kalıntılarını temizleyip toplamak kadar kolay değildi. Almanya’nın kendi tarihi ile hesaplaşması da hep travmatik oldu. Bunu az çok okumuş etmiş ortalama bir Alman vatandaşının karşısına geçip şaka olsun diye Hitler selamı vererek “Heil!” diye haykırdığınızda vereceği tepkiden kolaylıkla gözlemleyebilirsiniz. Bu şaka karşısında muhtemelen önce hortlak görmüş gibi donup kalacak, ardından sizi tersleyecek, sinirlenecek, bu konuda konuşmak istemeyecek, eğer ısrar ederseniz de üç beş kişinin deliliğinden tüm bir Almanya halkının sorumlu tutulamayacağını boğazı düğümlenerek güç bela anlatacaktır.
İşte tam bu noktada kendisine Joahim Fest’in aynı isimli kitabından yönetmen Oliver Hirschbiegel tarafından uyarlanan Çöküş (Der Untergang) filmini seyretmesini salık verin. Zira bu film Almanya’nın kendi tarihi ile yüzleşmesi ve hesaplaşması açısından büyük bir adımdır. Öte yandan Çöküş, sadece Almanya’yı değil tüm bir insanlığı ilgilendiren bir mesajı içinde barındır: “Tarihi yapanlar birkaç kendini bilmez değil günahıyla sevabıyla tüm bir insanlıktır.” Bu gerçeği yüzümüze vurması dolayısıyla sadece Almanlar’ın değil tüm bir insanlığın kendi kendisine her gün vermesi gereken hesabı bir kez daha hatırlatan bir başyapıttır Çöküş.
Elbette Almanya’da bugüne kadar bu geçmişle hesaplaşmaya çalışan niceleri olmuştur. Çöküş’e değinmeye başlamadan önce en azından bir kısmının adlarını anmadan geçmek elbette büyük bir haksızlık olur. 70’lerin auteur yönetmeni Rainer Werner Fassbinder, nice filminde Almanya’da sürüp giden gizli faşizmi gözler önüne sermiş, bugün aramızda yaşayan işadamlarının, bürokratların ve siyasetçilerin nasıl da içlerinde hala geçmişin izlerini yaşattıklarını metaforik bir anlatımla gözler önüne sermeye çabalamıştı. 60’lardaki yazılarında Theodor Adorno, Nazilerin belki yenildiğini ama yaşanan bu büyük yıkımın ardından kurulan liberal sistemin sözde özgürlük vaadinin, aslında sadece toplumun içine düştüğü boşluğu ve yıkımı gizlemeye ve bireylerin standartlaştırılmasını, uyum sağlamasını ve koşulsuz itaatini arzulayan bir düzeni yaratmaya hizmet ettiğini vurgulamıştı. Hem bir Fassbinder hem de Adorno hayranı olan 80 sonrasının en tanınmış Almanyalı düşünürü Peter Sloterdijk ise her ikisininin görüşlerini birleştirmiş ve 1950’ler ve 60’larda Almanya’da yükselen ve ikinci Rönesans olarak adlandırılan, liberalizm, sosyalizm ve varoluşçuluktan beselenen hümanist çıkışın aslında geçmişi örtbas etmeye çalışan bir simülasyon olduğunu, Almanya’nın, yeniden ve bu kez gerçekten uyanmak istiyorsa, Auschwitz’den sonra yeniden ve gerçekten şiir yazabilmeyi arzuluyorsa, geçmişiyle kitlesel bir biçimde hemen ve koşulsuz olarak hesaplaşması gerektiğini söylemişti.

Bu geç kalan hesaplaşma için Almanya’nın 90’lı hatta 2000’li yılları beklemesi gerekecekti. Yani neredeyse bir elli yıl boyunca, insanların kendilerine Alman diyemediği, eğer eskaza ağızlarından bu kelime kaçarsa faşistlikle suçlandığı, öte yandan Almanya’daki liberal düzenin hala içinde faşizmi gizliden gizliye sürdüğünü söyleyen ve ikinci rönesansı eleştirenlerinse yine yalancı, Nazi veya terörist olarak damgalandığı kimliksizlerin ve paradoksların ülkesi olacaktı Almanya. Ancak özellikle 2000’li yıllarda, “Sıfır Saati Hiç Olmadı” veya “İçimizdeki Faşizm” benzeri başlıklar taşıyan kitaplar, dergiler, gazete köşeleri yaygınlık kazanmaya başlayacak, Nazi dönemi ile hesaplaşan tartışmalar gündemi yoğun bir biçimde meşgul edecekti. İşte Çöküş filmini, 60’ların ve 70’lerin eserlerinden ayıran da buydu. Yani Çöküş, geçmişteki eserler gibi toplumunun sadece marjinal bir kesiminin görüşlerini temsil eden ve bir çıbanbaşı muamelesi gören bir eser değil, aksine Almanya’nın geçmişine dair sorgulamanın ilk defa bu denli kitleselleştiği, bu travmanın bu denli üstüne gidildiği bir dönemde bu hesaplaşmanın, sinemadaki bir dışavurumuydu. Üstelik bu kez metaforlar kullanmak yerine her şeyi tüm çıplaklığıyla göstererek, açık siyasi göndermeler yapmaktan kaçınmayarak ve doğrudan doğruya olayın tarihteki en önde gelen aktörlerini konu edinmekten çekinmeyerek yapıyordu bunu…

Genç Olmak Bir Bahane Değildir!
Çöküş filminin belki de en etkileyici yanı, belgesel ile kurmaca, gerçeklik ile sinema arasındaki sınırda gezinirken seyirciyi kendine çekmekte gösterdiği müthiş başarı. Bu başarısı sayesinde Çöküş, onu izlerken bizleri tarihin pasif tanıkları olarak alıp tarihin aktif faiilerine dönüştürüyor. Kısacası biçimi mesajı ile tam bir uyum içinde. Film, bir belgesel mizanseniyle hazırlanmış görüntüler ve ses kaydı eşliğinde Hitler’in son dönemlerine tanıklık etmiş sekreteri Traudl Junge ile 2001’de yapılmış bir röportajla açılıyor. Yaşlı Junge, burada “Neden Hitler’in sekreteri olmak istediniz?” sorusunu cevaplamaya çalışıyor. “Çok gençtim diyor, bilmiyordum, sadece merak ediyordum, büyük bir adamın sekreteri olmak fikri heyecan verici gelmişti, gençlik işte…” Ve mizansen bir anda değişiyor. 1942’ye, Alexandra Maria Lara tarafından canlandırılan genç Traudl Junge’nin Hitler tarafından nasıl seçildiğine dair bir kurmacanın içinde buluyoruz kendimizi. Ve çok geçmeden 20 Nisan 1945’te, Berlin’de, bombaların yağdığı sokaklarda can havliyle oradan oraya koşuşturan Alman askerlerinin çığlıklarına tanık oluyoruz. Bu andan itibaren artık her şeyin gerçekten yaşanmış olduğuna dair en ufak bir şüphe kalmıyor içimizde…
Belki İkinci Dünya Savaşı’nı uzaktan izlemiş bir ülkede büyümüş bizler için bu görüntüler, ister bir kurmaca ister bir belgesel olsun, tarihe tanıklık etmenin ötesinde pek bir şey ifade etmiyor. Ama bir Alman için, hiç şüphesiz daha ilk anda Traudl Junge ile özdeşleşme başlıyor. Traudl Junge’ye sorulan soru aslında az önce bahsi geçen o ortalama Alman vatandaşlarına soruluyor beyazperdeden: “Neden Hitler’in sekreteri, askeri, doktoru, avukatı, profesörü, işçisi, köylüsü, memuru olmayı seçtiniz?” Ve Almanya Traudl Junge’nin ağzından, yüzü kızararak, cevap vermeye çalışıyor ıkına sıkıla: “Gençtik, heyecanlıydık, bilmiyorduk, aldatıldık.” Ardından başlayan kurmaca, hiç şüphesiz doğrudan bu gizli utancın, bu travmanın, bu sıkıntının üzerine gidiyor.
Ve bu travma ile hesaplaşma, Hitler’in filmdeki resmedilişi üzerinden doruk noktasına ulaşıyor. Hitler karşımıza ilk kez çıktığında, etiyle kemiğiyle, mimikleri ve sesiyle o kadar gerçek geliyor ki, izlenenin kurmaca mı gerçek mi olduğuna dair sorgulama geri dönmemek üzere artık tamamen sona eriyor. Evet izlediklerimiz gerçek, buna hiç şüphe yok. Hitler’in canlandıran Bruno Ganz’ın oyunculuğu elbette müthiş, Ganz belki de dünya üzerinde bugün yaşayan en başarılı üç beş aktörden biri. Öte yandan bu filmde gösterdiği performans, bu gerçekçilik, aslında tam da yönetmenin, izleyicinin filmdeki olaylarla ve karakterle özdeşlik kurması noktasındaki kaygısıyla müthiş bir uyum sağlıyor. Hitler, evet o gerçek Hitler, ve gerçek kanlı canlı bir insan. Daha önce İkinci Dünya Savaşı’nı ve özellikle de toplama kamplarını konu edinen filmlerde gösterildiği veya tasvir edildiğinin aksine, ne bir iblis ne bir canavar ne de bir uzaylı. Zaman zaman son derece kibar, zaman zaman bir hayli asabi, herkes gibi yemek yiyen ve tuvalete giden bir insan. Berlin kuşatması altında yaşayan kadın ve çocukların şehirden çıkartılmasına razı gelmeyip onbinlerce insanın bir hiç uğruna ölmesine sebep olmuş olsa da, ordularına geri çekilirken Almanya şehirlerinin tüm altyapısını da yok etmesi emrini verse de; bu tutumunu da “Alman halkı bunu kendisi seçti, zayıflık gösterdi ve bu sonu hakketi” diyerek meşrulaştırmaya çalışsa da, “kaybetmiş olsak bile hiç olmazsa Alman halkının bünyesindeki Yahudi zehirini temizledik” dese de, yine de bunları söyleyebilecek birçok zalim insan gibi o da bir insan. İşte filmin en çarpıcı mesajlarında biri de bu ve bu mesaj bu sefer sadece Almanya’yı değil bu dünya üzerinde yaşayan herkesi ilgilendiriyor: Hitler bir insandı; tıpkı hepimizin de birer insan olmamız gibi. Ve eyledikleri, insanların yapabileceği, yaptığı ve eğer ibret almazsak yapmaya devam edeceği şeylerdi. Bu durum sadece bir fikir olarak bile, bundan elli yıl önce herkesi ama özellikle Almanlar’ı dehşete düşürmeye yeterdi. “Eğer Hitler bir canavar değilse, o zaman suçlu olan kimdi?” sorusu baş edilmesi güç bir şüphe düşürürdü zihinlere. Çöküş filmi, işte ilk kez bu suçu tek başına Hitler’e yüklememekle, onu insanların vicdan rahatlığı ve huzur içinde yaşaması için yaratılmış bir günah keçisi idolü olmaktan çıkarmasıyla, bu konuda yapılmış filmler arasında belki de bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Pek tabii sadece Hitler değil, tüm diğer karakterler, tüm üst düzey Nazi subayları ve tüm personel, gerçekten oldukları gibi yani insan olarak resmedilmişler filmde. Nazi Almanyası’nın silahlanma bakanı Albert Speer, bir taraftan ürettirdiği tanklar ve uçaklar ile Ruslar’ın ve Amerikalılar’ın üzerine dehşet saçarken, bir taraftan da Hitler’in tüm Alman şehirlerinin elektrik ve sularının kesilmesine dair emrini hayatı pahasına riske ederek reddeden bir subay; Hitler’in metresi Eva Braun ise bombalar altında çılgınca dans etmeyi arzulayan bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Belki “Hitler’in ve nasyonal sosyalizmin olmadığı bir dünyada çocuklarımın yaşamasını istemiyorum” diyerek kendi çocuklarını zehirle öldüren Magda ve Joseph Goebbels çifti buna bir istina gibi gözükebilir. Ama onlar da insanların sapkınlıklarının ulaşabileceği en uç noktalardan birini göstermeleri açısından insanlığa dair ibret verici bir örnek olarak geçmişlerdir tarihin sayfalarına.

Elbette, Hitler’in ve tüm diğer Nazi Partisi üyelerinin etiyle kemiğiyle birer insan olmaları, ne yarattıkları dehşetin acılarını giderir, ne yol açtıkları büyük yıkımı telafi eder ne de gerçekleştirdikleri soykırımın suçunu affettirir. Ne var ki, onların aramızdan birer insan olmaları, işledikleri suçta yalnız olmadıklarını gösterir. Olan bitenden herkes sorumlu, bunda herkes suçludur. Sadece Nazi Partisi üyeleri değil, sadece işbirliği yapanlar da değil, aynı zamanda olan bitene sessiz kalanlar ve göz yumanlar da bu günahın vebalini taşımaktadır. Bu günahın vebali tüm insanlığın omuzlarındadır. Ve filmin sonunda, tam film bitti dediğimiz bir iki saniyelik karanlığın ardından Traudl Junge’nin bu sefer sadece sesi değil yüzü de belirir ekranda: “Eskiden kendimi, gençliğimle, toyluğumla avuturdum.” der yaşlı titrek sesiyle. “Toplama kamplarını, gerçek yıkımı ancak dışarı çıktıktan sonra öğrendim, bilmediğim bir şeye nasıl karşı gelebilirdim ki, diye kendimi rahatlatırdım bir zamanlar” diye iç geçirir, duraklar ve neden sonra ağzından şu son cümeleler dökülür: “ama bugün biliyorum ki, öğrenmemek, bilmemek, ve hele genç olmak bir bahane değilmiş!”

Film biter. Almanya Traudl Junge’nin ağzından günahıyla yüzleşmiş, suça ortaklığını kabul edip hesaplaşmaya girişmiştir. Tarihi yok saymak yerine bundan böyle travmasının üstüne gitmeyi tercih etmiştir. Çöküş filminin mesajının Almanlar için onca yaşanandan sonra ne kadar kabullenmesi zor ama bir o kadar da devrimci bir mesaj olduğunu herhalde tekrarlamaya gerek yok. Bu mesaj, Sıfır Saati diye bir şeyin olmadığını anlayan, sevabı ve günahıyla tarihini kabul edip ondan ibret alan bir milletin sesidir. Traudl Junge’nin sesi, Auschwitz’den sonra, Auschwitz’le yüzleşip bununla hesaplaşmaya girişen ve yeniden şiir yazmak tutkusuyla yanıp tutuşan Almanya’nın sesidir.

Biz Almanyalı olmayanlar için ise Nazilerin dünyaya yaşattıkları deneyim, insanoğlunun ve insankızının yapabileceklerinin nerelere varabileceğini göstermesi açısından ibret vericidir. Ne var ki, böylesi bir geçmişi bilmek, ondan ibret almadıktan sonra bir şey ifade etmez. Zira eğer ibret alınmazsa kolaylıkla yeniden tekrarlanabilir bu utanç. Bu coğrafyada yaşayan ve üstlerine kuşandıkları bayraklarıyla Mersin’deki bir liseyi içinde Kürtler olduğu gerekçesiye yağmalamayı akıllarından geçirenlerin, Trabzon’da fikirlerini özgürce dile getirmek isteyen gençleri linç etmek için toplananların, Çorum’da içinde Türk olmayanlar oturduğu gerekçesiyle bir köyü talan edenlerin izlemesi gereken bir filmdir Çöküş. Sadece bu ayıbı gerçekleştirenlerin değil, bu ayıplara alkış tutanların da ve hatta bu ayıba ses çıkarmayıp göz yumanların da seyretmesi gereken bir filmdir bu. Yeni Auschwitzler, yeni yıkımlar, yeni çöküşler, yeni utançlar yaşanmaması için ve hala şiir yazılabilen bir dünyada yaşayabilmek için, tarihten ibret almak için izlenmelidir bu film. Ve genç olmak ibret almamak için hiç ama hiçbir şekilde bahane değildir.

Der Untergang – Çöküş: "Auschwitz'ten Sonra Şiir Yazmak"” üzerine 4 yorum

  1. Valla filmi izledim. peşine de yazınızı okudum. çok güzel ifade etmişsiniz bir teşekkür etmek istedim.
    Allah Türkiyemize de çökmeden akıllanmak nasip eylesin.

  2. Çöküş filmini ,evet bu filmi ibretle ve üzüntü ile 3 defa izledim.degişik zamanlarda.bu bir talihsizliktir evet.ne Alman halkı nede başka bir halk hiç birimiz böyle savaşları yaşamak istemeyiz.Türk olarak ise Mehmet Akifimizin bir deyişinizi yazıyorum.Allah bir daha ülkemize tekrar İstiklal marşı yazdırmasın.amin.(amen)Sen sahip olursan,bu Vatan batmayacaktır..

josef için bir cevap yazın Cevabı iptal et