Biraz da Afrika’dan konuşalım… Açlıktan, kıtlıktan, sömürüden, soykırımdan, içsavaşlardan, dışsavaşlardan.. Hala kaldı mı böyle yerler? Can sıkıcı şeyler…
Bu sefer Afrika’ya dair bir filmden bahsetmek istedim. Türkiye’de ve daha birçok yerde gösterime girmemiş, belki de hiç gösterime girmeyecek, böylece içimizin sıkılmasına, gönlümüzün daralmasına yol açamayacak bir filmden. Bize bilmediğimiz, bilmek de istemediğimiz şeyleri gösteren son derece sıkıcı bir filmden. Avusturyalı yönetmen Hubert Sauper’in 2004 yapımı Darwin’s Nightmare (Darwin’in Kabusu) adlı filminden söz ediyorum. Son derece durgun, provakatif olmaktan uzak anlatımıyla, kara kıta Afrika’nın, beyaz adamın eliyle kirletilmiş kem talihine ışık tutan yüz dakikayı aşkın bir belgeselde izliyoruz Darwin’in Kabusu’nu. Ne Michael Moore’unkiler gibi manipulasyonlar var bu belgeselde ne de Afrika’yı konu alan son dönem yarı-belgesel filmlerden biri olan Hotel Rwanda’daki gibi kan gövdeyi götüren soykırımlar. Bilakis olan biten son derece açık son derece doğal bir şekilde tüm çıplaklığıyla ortaya konuyor. Artık taraf tutmaya, ajitasyon yapmaya, kan, yara, ölü göstermeye hiç mi hiç lüzum yok. Çünkü sömürü, yıkım ve çürüme gündelik hayatın her zerresine değin ulaşmış, çünkü artık insanlar her gün yavaş yavaş eriyor, AIDS’ten, yoksulluktan, açlıktan, işsizlikten an be an tükeniyor. Tüm bunlar Afrika için olağan, sıradan görüntüler. Belgesel de son derece yalın bir biçimde bugün, şu anda, hemen yanı başımızda Afrika’daki olağan gündelik yaşamı yansıtmaktan başka hiçbir şey yapmıyor aslında. Belki de o yüzden Darwin’in Kabusu, izleyenlere Hotel Rwanda’daki kanlı katliamlardan çok daha korkunç, çok daha acıtı, çok daha karanlık geliyor. Afrika münferit bir katliamla yahut geçici bir kıtlıkla boğuşmuyor. Sömürünün bu kadar olağanlaştığı, bu kadar sıradanlaştığı bu coğrafya, geri dönüşü imkansız topyekun bir yıkımın içine doğru savrulup gidiyor.
Biraz da Tanzanya’dan konuşalım isterseniz… Tanzanya’dan, dev tatlı su balıklarından, kendi ülkelerinde avlanan balıkları alacak parası olmayan Tanzanyalılar’dan, pek tabii o balıkları afiyetle tüketen AB vatandaşlarından ve o balıklar karşılığında Afrika’ya para göndermek yerine tank, top ve mermi gönderen Avrupalı silah tüccarlarından. Zira Darwin’in Kabusu, Afrika genelinde ama Tanzanya özelinde olan bitenleri konu ediniyor. Tanzanya mı, orası da neresi diyebilirsiniz. Bilmiyorsanız ne olur üstünüze alınmayın, alınacaksak hep beraber alınalım; çünkü filmi izlemeden önce ben de pek bilmiyordum Tanzanya neresidir. Oysa Nil Nehri’nin kaynağını aldığı Afrika’nın en büyük gölü Victoria’nın güney kıyısı boyunca uzanan, Türkiye’den biraz daha büyük ebadlarda, otuz milyona yakın nüfusa sahip, balığı, mısırı, kahvesi, pamuğu, tütünü ile doğası zengin, halkı ise tüm bu kaynakları kullanmaktan yoksun büyükçe bir ülkeymiş Tanzanya.
Belgeselde de gösterildiği gibi Tanzanya’nın başlıca ihraç kaynağı Victoria Gölü’nde avlanan ‘Nil Levreği’ adlı cüssesi elli kiloyu aşkın bir balık. Bu balık, 1960’larda Victoria Gölü’ne deneme(!?) amacıyla bırakılıyor. Ne var ki, bu etobur balık göldeki tüm diğer canlıları yok ederek aşırı bir şekilde çoğalıyor. Böylece dev Victoria Gölü’nün eko-sistemi yerle bir oluyor. Tabii, Nil Levreği’nin, daha doğrusu Nil Levreği’ne endekslenmiş bir ekonominin yerle bir ettiği sadece eko-sistem değil. Tanzanya’nın toplumsal ve siyasi düzeni, halkın fiziksel ve ruhsal sağlığı, ve en nihayetinde insanlığa olan inanç da tam anlamıyla yıkıma uğruyor.
Film, Victoria Gölü kıyısındaki Mwanza şehrinin havaalanına iniş yapan uçakların görüntüsüyle başlıyor ve göl, balık ve havaalanı üçgeninde vuku bulan korkunç bir çürümenin tüm yansımalarını birer birer açmaya başlıyor. Avrupa’dan gelen ve göl üzerinde alçak uçuş yaparak inişe geçen uçaklar daha sonra öğreneceğimiz gibi silahla yüklüler. Silahları boşaltıp yerlerine balıkları yüklüyorlar. Havaalanı çevresinde Avrupa’dan gelen pilotlara ve mürettebata hizmet veren(!) çok sayıda otel var. Bu otellerde fahişeler on dolar karşılığında pilotlarla beraber oluyor. Fahişelerin çoğu işsizlik yüzünden köylerinden buraya gelmişler ve başka hiçbir çalışma imkanları yok. Şiddete maruz kalıyorlar, hakarete uğruyorlar. Büyük çoğunluğu HIV virüsü taşıyor.
Balıkçıların avlandıkları adalar da sadece balıkçılar ve orada fahişelik yapmak zorunda kalan kadınlarla dolu. Tanzanyalı balıkçılar, Nil Levreği’nden biraz olsun nasiplenebildikleri için biraz olsun şanslı gözükseler de aslında onlar da son derece yoksul ve hiçbir güvenceleri yok. AIDS onların kaderini fahişelerle birleştiriyor ve bir gün iş göremez olduklarında cesetlerinin nakliyesi için dahi para olmadığından adanın bir kenarında ölüme terk ediliyorlar. Tanzanyalı rehberin dediği gibi “canlıyken otobüse binmek ucuz ama öldükten sonra bu sana pahalıya patlıyor.”
Balıkçı köyündeki rahip, insanlara prezervatif kullanmayı önermediğini; çünkü zaten zinanın suç olduğunu ve hastalığın bu günahın bedeli olduğunu söylüyor. Annesi ve babası bu nedenle ölmüş veya bir şekilde terk edilmiş onbinlerce çocuk sokaklarda yatıyor ve yaşadıkları korkuyla başa çıkabilmek için balık fabrikasının plastik ambalaj artıklarını eritip ciğerlerine çekiyor. Bu çocuklar, uyuşmuş halde bir avuç lapa için birbirleriyle kavga ediyor, adam öldürüyor, tecavüze uğruyor.
Öte yandan balık fabrikasının müdürü halinden gayet memnun. Her gün üretimin arttığından ancak AB’den gelen talepleri yetiştiremediklerinden yakınıyor. Ülkede kıtlık tehlikesi olması onu şaşırtıyor. Avrupalılar’ın yemediklerini, balıkların kurtlanmış kılçıklarını ve kafalarını, o balıkları üreten Afrikalılar’a satıyor. Herhalde bu artıklarla halkın doyacağını zannediyor. Oysa insanların bu artıkları dahi alacak parası yok. İnsanlar günlüğü bir dolara bu balık artıklarını dizmek veya nöbetçilik yapmak gibi işler bulduklarında kendilerini şanslı sayıyor. Birçok insan savaş istiyor. Savaş olursa karınlarının doyacağını, işlerin yoluna gireceğini düşünüyor.
Ve Avrupalı. Avrupalı, bu insanların ellerinden yiyeceklerini alıp onları yoksun bırakarak insanları savaşa kışkırtıyor, savaşı arzulanır bir çıkış yolu haline getiriyor ve o balıklar karşılığında elinde kalmış eski tank, top, tüfek ve mermilerini Afrika’ya kakalıyor. Filmdeki en çarpıcı sahne belki de Avrupa Birliği’nden gelen temsilcinin bir otelin terasında Tanzanya’nın balık ihracatındaki artıştan ve Tanzanya ekonomisindeki hızlı büyüme ve gelişmeden duyduğu memnuniyeti dile getirdiği konuşmanın görüntüleri. Zira o keçi sakallı, sağlıklı beden konuşma yaparken, arkasını yasladığı koltuğun hemen ardında otelin girişinde sokak çocukları plastik eritip ciğerine çekiyor, balık artıkları kamyonlara yükleniyor, kolu bacağı olmayan insanlar oradan oraya koşuşturup duruyor. Avrupa, olan bitene bu kadar yakın, bu kadar içinde, bu kadar sorumlu. Ama bir o kadar da uzak, bir o kadar da sırt çevirmiş yaşananlara.
Avrupa’nın temsili ile filmdeki çember tamamlanıyor ve tekrar her şeyin kesiştiği havaalanına dönüyoruz. Yönetmen bu kez son defa kamerasını pilotlara çeviriyor ve pilot anlatıyor: “Yeni yılda Angola’ya tank götürmüştüm. Şirketim bu işten para kazandı sanırım. Sonra Güney Afrika’ya geçtim. Avrupa’ya dönüşte üzüm götürmek için. O zaman bir arkadaşım dedi ki, Angola’nın çocuklarına Noel için silah verildi, Avrupalı çocuklara da üzüm. İş bu. İsterdim ki, dünyanın bütün çocukları mutlu olsun. Ama nasıl yapılacağını bilmiyorum”
Afrika Avrupa’ya hayat taşıyor, Avrupa ise Afrika’ya ölüm. Bugün artık sözü geçmese de ırkçılık ve sömürgecilik başka biçimlerde hala sürüyor. Peki o halde dünyanın bütün çocuklarını nasıl mutlu edeceğiz? Tüm bu karanlık tablo, belgeselde sokak çocuğu Jonathan’ın rengarenk resimlerinden yansıyor bizlere. Bugün yaşayan hiçbir Avrupalı ressamın boy ölçüşemeyeceği derecede öfke, coşku ve canlılık dolu o müthiş resimlerden yansıyanlar orada hala çocukların yaşadığına, hala bir şeylerin değişecebileceğine, yeni ve farklı bir düzenin varolabileceğine dair küçük bir umut zerresi belki de. Ama bunun gerçekleşmesi için sanırım Avrupalı’nın zihninde değişmesi gereken daha çok şey var.
Bundan yüz yıl önce Avrupa, Afrika’yı bedenlerde yok etmeye çalışmıştı. Ugandalı antropolog ve yazar Mahmood Mamdani’nin aktardığı gibi, emperyalizmin, aşağı ırkları dünyadan silerek uygarlığa hizmet ettiği düşüncesi, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa düşüncesinde, doğa bilimleri ve felsefeden, antropoloji ve politikaya kadar yaygın ifade buldu. Britanya başbakanı Lord Salisbury, 4 Mayıs 1898’de yaptığı ünlü Albert Hall konuşmasında, “insanın dünya uluslarını kabaca yaşayanlar ve ölüler olarak ayırabileceğini” iddia etmişti. O zamanlar Hitler, daha dokuz yaşındaydı ve Avrupa’nın havası, doğanın kanunlarına göre, emperyalizmin daha aşağı ırkların kaçınılmaz yokoluşuna yol açan biyolojik olarak gerekli bir süreç olduğu inancına bulanmıştı.
Hubert Sauper’in belgeselinin gösterdiği bir şey varsa, o da bu sürecin bugün hala devam ettiğidir. Hatta insanların şimdi daha da acımasızlaştığı söylenebilir; çünkü insanlar artık Afrika’yı daha görmeden, kalplerinde yok ediyorlar. Afrika gerçekliği yok. Orası sadece acınacak, üzerine ah vah edilip vicdan rahatlatılacak, biraz da bahsedelip konusu kapatılacak bir masal beldesi. Yanlış anlaşılmasın bu vurgu, okurlara yönelik bir eleştiri deği, olsa olsa bir özeleştiri olabilir ancak. Çünkü biraz da Afrika’dan bahseden, ama onu bir masal beldesi, inanılmaz bir kurgu değil, tüm karanlık koşullarıyla dünyanın asla göz ardı edilemez ve unutturulamaz bir gerçeği olarak koyan belgesel film gibi bu yazı da burada bitiyor. Avrupalı bir yönetmenin çektiği bu filmi veya Afrika’dan bir hayli uzaklardaki bir yerde yaşayan birinin yazdığı bu yazıyı yine de batı-merkezci bir ahkam kesme, bir tür günah çıkartma ve vicdan rahatlatma edimi olarak değerlendirip değerlendirmemek okuyucuya kalıyor. Yine de bu yargıya varmadan önce her ülkenin içinde bir Afrika olduğunu göz önünde bulundurmalı. Afrika belki o kadar da uzak değildir…
———————————————————————————————————————–
1) Mahmood Mamdani – “Modernlik ve Şiddet”
* Filmi baştan sona anlattım evet; ama bu belgeseli bir şekilde edinebilirseniz yine de mutlaka izleyin. Eminim ki, burada yazılanlardan çok daha fazlasını göreceksiniz.
belki tanzaniayı kenyayı zimbabweyi rwanda yı ve digerlerini yeryuzunden silmek onlar için cok daha iyi olur.acılarını asağılanıslarını sömürüleri kapitalizmin kanlı yüzünü bu sekilde sona erdirebiliriz belki,belki de dunya tarihinin en tehlikeli acımasız silahını uretip baska bi gezegenden dunyaya fırlatmak daha radikal olabilir.ozaman adalet yerini bulur,vahset sona erer,kısa vadede uretilebilrcek en somut cozum bu
açgözlülüğü bir bırakabilsek, birkere yanımızdakini düşünebilsek kısaca birkere insan olabilsek
anlatmakla olmaz mutlaka izlenmeli.görüntüler sanki gercek değil o görduklerım ozellıkle yapılmıs sanki.cehennem bu olsa gerek!o ınsanlar yaşıyormu bilmiorum.yaşamakmı o?düzgün yasayan ne kadar az insan var tanzanyada ve belkıde cogu afrıka ulkesınde.sömürülmek bu olsa gerek.para yok,yemek yok,temiz su yok,ayakkabı yok yok yok..bu sefilliğe zahmete kazandıkları tek şey giden ucaklarla geri gelen silah..bu nasıl bişey!