Yazan: Seçil Aslan
Çerçevesiz Sanat Dergisi’nin 2. Sayısında Yayımlanmıştır
Bir kelime düşüyor zihnime. Söylenenlere değil, söylenmeyenlere dair… Ya da asıl söylenmek istenene… Zira reklâmlardan, türkülerden, romanlardan; yazılmış, çizilmiş ve söylenmiş her şeye dair zihnimin süzgeci hep aynı şekilde çalışıyor. Kimliğimin yok sayılmasını temel alan ve bunu pek güzel kılıflayan tüketim ürünlerine rastlayışımda hep aynı şey düşüyor dilime. Ben bir kadın olarak özneyim; kendi kelimelerim var, kendi öykülerim, kendi düşlerim. Tıpkı başka kadınlar gibi… Farklıyım. Ama Eşitim. Bedenim benim, başım benim, emeğim benim, hayatım benim.
Hep aynı şeyi söylüyorum yenik bitişlerinde günümün, bir gün yenilmemeyi umut ediyorum bitirdiğim gün artıklarında. Yorulmuyorum anlatmaktan, yorgunluk bir anlam yaratma çabası içindeyken gereksiz bir ayrıntı… Umutsuzluk olmuyor mu hiç? Hem de nasıl! Bir yanım anlam karmaşası ile boğuşurken umut yitirilmeye bile gerek duymuyor zira. Ama içime dönüyorum o zaman işte ben, sonda yitirdiğim anlam için en başa dönüyorum.
İnsan ne kadar inkâr edebilir ki varlığını!
Bu hayata kadın olarak bakmak, diyorum. Bir zamanlar çocuk olarak baktığım ve bunun zorluğunu içimde hissettiğim bu hayata kadın olarak bakmak… Ve anlatmak, diyorum. Aslında yaptığım içimden geçenleri “dillendirmek”, dilin sınırları içinde de olsa söylemek kendi kelimelerimi. Bir kadın olarak saklı konuşmalarımı, fısıldamaları yüksek sesle haykırmak. Tek derdim var sanki yalnız olmadığını bilmek!
Anlaşılmak mı çabam? Bazen, ama her zaman değil. Bir anlayan bulunur elbet diyorum, bulunuyor. Bulunmalı. Bir gün, bir yerde okuduğum ve beni sarıp sarmalayan bir cümlede olduğu gibi küçük kadınlar anlasın yeter. Küçük kadınlar anlasın! Zira hayatımın köşe başlarında bu küçük kadınlarla sohbet hallerimde en büyük kırıklığım onlar. Ve yine de tek umudum! Bir yanım “kötülüğü” bulaştırıyor böyle işte. Bir farkındalık yaratırken çevremde değişimin gölgelenmişliğini izlemeyi vaat ediyorum onlara.
Değişmek…
Şeytanın Farkında Olmak!
Her şeyin farkında olmak, ama bir şey yapamamak… Ya da yapmamak… Bunu benden önce Slavoj Zizek demiş zaten ve Peter Sloterdijk’in kinizm tanımını değiştirerek ‘ne yaptığını gayet iyi bilip, ama yine de yapmak şeklinde’ özetlenebilecek sinizm tanımını ortaya koymuş. Sinik özne ideolojik maske ile sosyal gerçeklik arasındaki mesafenin ve bu ideolojinin altındaki çıkarın farkındadır, ama yine de bu maske üzerinde ısrarlıdır. Yani bilir, ama yine de vazgeçmez. Sloterdijk’in ortaya koyduğu kinik izlek ise resmi kültürün/ideolojinin patetik süreçlerine -ciddiyet ve uyumuna- ironi ve iğneleme yoluyla karşı durur ve böylece onun asaleti arkasına gizlenmiş çıkarları, şiddeti, bencilliği gözler önüne serer. Sinizm ise bu kinik alt üst oluşa egemen kültürün cevabıdır: yani egemen kültür ideolojik evrenselliğin arkasındaki çıkarları ve ideolojik maske ile soysal gerçeklik arasındaki mesafenin farkındadır, ama yine de bu maskeyi devam ettirmek için nedenler bulur. Bu bağlamda sinizm bir çeşit resmi ideolojinin mugayir inkârının inkârıdır.
İsim güzel, kendi güzel değil! Çok şükür, bu kadar hiççi değilim henüz! Ama bilip yine de yapanlara karşı ayrıntıların gücünü iyi bilirim, ufak anların değişimlere yol açışını fark ettirmeden.
Ya da inanmak isterim… Hayat ayrıntılarda, şeytan ayrıntılarda…
Herkes bilir, söyler: Şeytan ayrıntıda gizlidir. Fena da değildir hani, ayrıntıların hâkimi şeytanın sobelenip ona nanik yapılması. Tabii aynalara bakabilme cesaretini bulabilenler için… Bir sesli düşünme hâli benimkisi, ötesi değil. Benden önce söylenmişse söyleyeceklerim, hem de âlâsıyla, bırakalım bu işi benden daha iyi yapanlara. Zira yaslanmışsa “tüm” bildiklerim bana öğretilenler içinden benim seçtiklerime, yapabileceğim bir şey yoktur. Bilinçli değil, bilinçsizse seçişim zihnimin köşelerine yerleşmişleri… Hep aynı şeyi söylüyor oluşum hep bundan.
Özellikle seçtiklerim dedim, öğretilenler demek yerine. Seçiyorum bana öğretilmişleri, ayırıyorum. En başta sahip olduğum kadın kimliğim ayırıyor bunları. Algıda seçicilik! Ondan ki bir reklâm, bir türkü, bir şiir bende anlam bütünlüğü yaratmadan önce kimliğimin duvarına çarpmak durumunda. Sağlam kalan parça olursa benimdir, ötesi yalan. Bu benim kendi küçük protesto alanım, kendi küçük dünyamda minik devrimim. Parçalar bütün yaratabilir mi? Bütün parçaların toplamından büyüktür, büyük olmalıdır. Alın size bir küçük parça, gerisi sizin. Benim değil.
Bir reklâm geliyor dile. Kredi kartı… Kadın ve erkeklere farklı imkânlar sunuyor. Kullanıcısı değilim hiçbir kredi kartının. Ama eğer kullanıcı olsaydım, tercihim bahsi geçen kart olmazdı. Ki bu kart maaşı olmayan öğrencilere kredi kartı imkânını sunan ilk kartlardan biridir. Üniversiteye ilk başladığımda bu kartı edinmek için nasıl sıraya girdiklerini hatırlıyorum okulumdakilerin ve ertesi sene bu karta sahip olmayışımın yadırganmasını… Sahip olduklarımı elde edebilmek için krediye ihtiyacım yok diyorum hâlâ ben, benim minicik bireysel duruşumla. Tam da o anda cebimdeki para kadar yaşayabilmeliyim. Bundan ki bu kartın sunduğu “imkânlar” ne olursa olsun ben hedef kitle değilim.
Kimliğimin Protesto Alanı, Sınırlar Benim
Ama kadın kimliğim bu protestomu başka bir alana dönüştürüyor. Hedefi olmadığım bir tüketim ürününe ilgim artıyor. İstediği bu muydu şimdi kartın diye düşünürken, tam da tersine kendi karşıtlıklarımı yaratıyorum. Bir tanıdığımın bir kahveyi içmeyişini hatırlıyorum sadece İsrail markası olması nedeniyle. Yine bir panelde konuşmacılardan birinin masada bulunan suyun markasını görünce içmeyişini düşünüyorum. Ve benim bir çikolatayı sırf reklâmında “Ayşelerin tatmasına izin verdiği” için yemediğimi… Zira bu çikolatanın fiziksel güç harcayan erkekler için olduğunu da belirtiyor reklâm ve bütün güç gerektiren işleri erkekler yapmalılar. Kavanozun kapağını açamıyor musunuz, çağırın Mustafa’yı…
Michel Foucault’un yaşam öyküsünü okudum yakınlarda. Söyledikleri şimdi daha da anlamlı geldi bana. Foucault bizi Akıl Çağına götürüyor ve bu çağda “normalliğin” ve aynı zamanda “deliliğin” sınırlarının tarihsel olarak çizilişini vurgulayarak bu iki kavramın “evrensel” kategoriler olarak ayrılma ihtimalini ortadan kaldırıyor. Ayrıca bilgiyi yüklenmiş olan kurumsal gücün, bireyleri “özneler” olarak yarattığını ve onları tarihsel olarak “yaratılmış” disipline edici norm ve standartlara tabi kıldığını belirtiyor. Sonra yeniden düşündüm kendimi, tüm bütün bunların anlamını. En önemlisi bu anlamı aradığım yeri.
Bu noktada her şey “verili” bize… Öte yandan bu “verilenlerin” tarihi çok uzak zamana dayanmıyor. Oysa biz şimdi “doğallaştırarak” tüm bu “verilenleri,” “normallik” söylemi üzerinden yeniden kuruyoruz hayatımızı. Üstelik de “ideal figürler” sunarak bu normallik tanımına girmeyenleri standardize etmeye çalışıyoruz. Bunun en güzel araçlarından biri ise reklâmlar… Bir zamanlar şişmanlık zenginlik göstergesi iken şimdi zayıflık makbul örneğin. Kilolu olmayacaksınız. Bakın şimdi TV’ye kaç reklâm var zayıflığı vaat eden? Veya hijyen… Bu kavramın da tarihi çok eski değil. Oysa şimdi deterjandan tutun da diş macununa kadar temizliğe dair ne çok reklâm var. Çocuğun bir ideolojik araç olarak “fark edilişi” de çok eski zamanlara uzanmıyor. Son zamanlarda kaç tane çocuk programı, içinde çocukların oynadığı veya çocukların eğitilmesine dair reklâm var?
Televizyon ve tabii ki reklâmlar neleri yiyeceğimizi, ne içeceğimizi, neyi giyeceğimizi söylüyorlar bize. Nasıl yaşamamız, neler yapmamız gerektiğini söyleyen reklâmlar ayrıca imajları da üretiyor. Ve hem erkek, hem de kadınlar “ideal” figürler olarak ortaya çıkıyorlar reklâmlarda. Bu ideal figürler elbette “normalin” sınırları içinde. Zira tüketilebilir olması için normale dair kodlanmışlıkları da yansıtmalılar ister istemez. Araştırma verileri içinden konuşan reklâmlar bu verileri tüketimi artırmaya yönelik dönüştürebiliyorlar. Bu öyle bir şey ki bir yanda daha çok tüketmeyi söyleyen ve değişen pazara yönelik değişen imajlar, öte yanda fazla “dışarlıklı” kalmamak için kodların ve toplumun çizdiği normallik sınırları içinden anlatılanlar…
Reklâmlardaki kadın kimliği ise kadına “atfedilmiş” rolleri yeniden üretiyor sadece. Diğer deyişle kadının sosyalleşmesinde “iyi bir eş ve iyi bir anne” olma söylemi hâlâ devam ederken, kadının geleneksel rollerini sunuyor reklâmlar bize. Bu yönüyle kadın kimliğinin reklâmlardaki tezahürü reklâmların kendi içinde taşıdığı paradoksal görüntüyü koruyor, hatta en iyi şekilde o yansıtıyor: Bir yanda iş yaşamına katılan, kendi parasını kazanan, güçlü ve bakımlı kadın; öte yanda hâlâ geleneksel rolleriyle tanımlanan ve ev işleriyle özdeşleştirilen anne, eş veya buna “aday” genç kızlar…
Benim annem süper! Çocuk da yapar, kariyer de…
Artık kadın maaşlı bir işte çalışmaktadır ve ev dışında “da” bir yaşam kurmuştur kendisine. Hiçbir erkeğe bağımlı olmadan ayakları üzerinde duruyordur. Tek taşını kazandığı parayla kendi alır örneğin. Zaten “delikanlı kızlar” her şeyi yapar, kahveye de gider erkek arkadaşlarıyla.
Sonra daha mühim işleri vardır onun, her şeyden önce o bir kadın! “Doğal” görevlerini yerine getirmeli ve çocuk yapmalı. Delikanlı “kızlık” da bir yere kadar. Boşuna mı çıkacak erkekler malum pedi kullanan kızlarla, tamamen duygusal! Kadın kariyer yapar, ama sonunda dönüp dolaşıp evin yolunu tutar.
Her daim bakımlı kadın… Hem bakımlı, hem de evi temiz… Akşam yemeğine çıkacakken dahi iki makyaj arası masaya dökülen sütü temizleyebilir “süper” pratik kâğıt havlu ile. Anneler süper zaten, en beyaz gömleği onlar giydiriyorlar çocuklarına.
Bu “süperliğin” sınırları var elbette. Araba kullanmak erkek işi mesela, kadın dolgun saçlarını savurursa yani dişiliğini kullanırsa park yerini kapabilir ancak. Canım Cem, nasıl da aldanıyor kadının dolgun saçlarının dişiliğine. Ya da cep telefonu alınacaksa çocuğa ve hediye veriyorsa bir benzin istasyonu evin babası gecenin bir yarısı misal, kapıp anahtarı gidebilir benzinliğe. Kadın mutfak tezgâhının önünde bekleyedursun. Asli görevleriyle tanımlandığı yerde…
Mutfaktaki beceriksiz koca!
Eve alınacak beyaz eşyalar “kadın” için değil midir zaten? Televizyon erkeklerin… Aileniz genişliyor mu, bulaşıklar mı artacak; yardımsever kocanız size en son modelinden bir bulaşık makinesi alır, dert etmeyin. Anneler gününün en güzel hediyesi “küçük” ev aletleridir her zaman. Minik çocukların parası buna yeter çünkü babalarının da yardımıyla tabii. Ah erkekler her şeyi düşünüyorlar, kadının mutfaktaki “doğal” görevlerini yerine getirmesinde “yardımcı” olmak için kıyıyorlar paraya.
Ha erkekler mutfağa girmiyor mu hiç? Giriyor elbette. Ama ne yapsınlar doğaları müsait değil bir kere, her türlü sakarlığı yapıyorlar mutfakta yemek yapmaya çalışırken. Haliyle batıyor ortalık. Sonra mutfağı temizlemek de yemeği yapmak da kadına düşüyor. İyisi mi en baştan kadın yapmalı ki yemeği, bir de temizlik çıkmasın başına.
Sigortayı hak ediyor, kocalar karar verdi!
Kadınlar süper, anneler süper. Herkes kariyer yapacak değil ya, asli görevler yerine gelsin yeter. Yalnız bir sorun var, kim sağlayacak bu kadınların sosyal güvenliğini? Endişeye gerek yok, anlayışlı kocalar bunu da düşündü: Kadınlar “kesinlikle hak ediyor” hayat sigortasını, onay alındı. Sen o kadar Ayşe Teyzelere koş temiz daha da temiz kıyafetler için, çeşit çeşit yemekler yap, komşudan en güzel tarifleri öğren, evi bir kedi sessizliğinde süpür, tabii ki hak edeceksin. Evinde mutlu gerçi havluları katlayıp bornozları koklarken… Ama sigortası da olursa daha da mutlu olacak.
Reklâmlara ve reklâmların toplumsal cinsiyetçi diline dair söylenecekler bitmez. Söylenir elbet, bir anlayan da bulunur. Şeytan her ayrıntıda işaretlenir. Bu yazı içinde de, hayat içinde de reklâmlar bütünün ufak parçası… Bu kadın halleri doğallaşır mı çokça söyleyerek, yoksa tersine küçük ayrıntıların değiştirme gücü ne kadardır, yazan bilmez. Ama bir yazayım der; görünür kılayım, “genel” algıların meşruiyetine başvuranları eleştirmek ister. Ve bu genellemenin eleştirisi de değildir diye ayrıca belirtir. Bütün bunlar yazanın bireysel duruşuyla ilgilidir ve o illa bir şey anlatacaksa büyük anlatılardan korkar. Bir küçük kadın olarak kendi öznelliğini ortaya koymak ister sadece. Bir sesli düşünme halinde…
merhaba televizyonlarda yayınlanan biskrem reklamı bu kadar şaçma olamaz resmen kadınları bir tane bisküviye kandırıldığını anlatıyorlar böyle bi anlayış olamaz yani biz bayanlar özel günlere önem verip hazırlık yaparken erkeklerin en önemli günleri bile unutup maç sevdasına özendiriliyor bu reklamın bir an önce son verilmesini rica ediyorum….