Bugüne değin gerek Davetsiz Misafir Dergisi’ndeki yazılarımızda gerekse yayımladığımız “Başka Dünyalar Mümkün” ve “Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek” başlıklı kitaplarımızda tekrar tekrar çok önemli gördüğümüz bir noktanın altını çizdik ve Türkiye’deki akademik ve entelektüel çevrelerin en başta gelen sorunlarından birinin kalıplaşmış anlayışları yerinden eden radikal görüşleri ve yeni düşünce akımlarını, bir açılım ve dönüşümün kaynağı olarak görmek yerine, çoğunlukla, kendi küçük iktidar alanlarını tehdit eden tehlikeli oluşumlar olarak algıladıklarından yakındık. İşte tam da bu noktada, kendi özel konumlarını sarsacağı gerekçesiyle yeni düşünce ve eleştirilere kendisini kapatmış bu akademik ve entelektüel zümreyi değişmeye ve dönüşmeye zorlamak gerektiğini vurguladık. Türkiye’deki akademik ve entelektüel hayatın zenginleşmesi ve çeşitlenmesinin bu ve bunun gibi müdahalelerle mümkün olacağını dile getirdik. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye’deki sosyal bilim anlayaşının içinde bulunduğu tutuculukla mücadele etmek ve sosyal bilimleri daha özgürlükçü bir düzeye doğru zorlamak konusunda epeyce yol kat etmiş ve ses getirmeye başlamış olduğumuzu görüyorum. Toplum ve Kuram Dergisi’nin ikinci sayısında yayımlanan “TESEV’in Zorunlu Göç Araştırması’nın Söylemedikleri ve Kürt Sorununda Çözüme Dair Liberal Projenin Açmazları” başlıklı yazıma aldığım sayısız tebrik, yorum, katkı, öneri ve eleştiri mesajları herhalde bunun bir göstergesi. Zamanlarını ayırıp görüşlerini paylaşan herkese öncelikle çok teşekkür etmek isterim. Yazının bunca ses getirmesini doğru yolda olduğumuzun, yani akademide ciddi bir eleştiriyle karşılaşmamanın verdiği rahatlıkla kurulan iktidarları zorlamaya ve sarsmaya başladığımızın bir belirtisi olarak görüyorum.
Toplum ve Kuram Dergisi’nin üçüncü sayısında ise aynı derginin ikinci sayısında eleştirel bir analizine yer verdiğim TESEV’in “Zorunlu Göç ile Yüzleşmek: Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası” (Kurban, Yükseker, Çelik, Ünalan ve Aker, 2006) başlıklı çalışmasının yazarlarından Deniz Yükseker’in cevap hakkını kullanarak kaleme aldığı bir metnini bulacaksınız. Kuramsal eleştiriler beklerken neredeyse yalnızca hamaset, demagoji, çarpıtma ve kişisel polemiklerle karşılaştığım bu metne aynı üslupla cevap vermeyi uygun bulmuyorum. Zira kişisel atışma ve polemiklerin ne düşünsel tartışmaların gelişmesine ne de okuyucuların bu tartışmalardan faydalanmasına katkıda bulunmayacağı kanaatindeyim. Benim Kürt sorununda liberal projenin açmazlarını ortaya koyduğum metin öncelikli olarak düşünsel ve siyasi bir tartışmayı geliştirmektedir.
Toplum ve Kuram Dergisi’nin ikinci sayısında kaleme aldığım yazım boyunca Kürt sorununu bir kültürel tanınma ve insan hakları sorununa indirgeyen ve Kürtlerin egemenlik paylaşımı, anayasa da köklü değişim, anadilde eğitim, özerk otonom yönetim gibi siyasi taleplerini dışlayan liberal tahayyülü analiz edip eleştirdim (Güney 2009). Bir yanda AKP iktidarının “Kürt açılımının” devam ettirilmeye çalışıldığı öte yanda ise Kürt hareketinin aktif siyasetçilerinin bir bir baskı altına alınıp tutuklandığı, kısacası Kürt sorununun çözümüne dair bu farklı yaklaşımlar arasındaki uçurumun iyice belirginleştiği bir ortamda son derece güncel, hayati ve oldukça önemli olduğuna inandığım bir tartışmayı gündeme getirmeye çalıştım. Şüphesiz, dile getirdiğim bu eleştiriler ne sadece bana aittir ne de çok orijinal ve yenidir. Benim yaptığım sadece, daha önce çok defa değinilen bu eleştirileri belki ilk defa yazılı olarak derli toplu halde sunmaya çalışmaktan ibarettir. Bunu yaparken tek tek şahısların duruş ve niyetlerini sorgulamak gibi bir amacım olmadığı gibi TESEV’in zorunlu göç özelinde ve Kürt sorunu genelinde az önce sözünü ettiğim liberal ideoloji ve tahayyülün sınırları içinde yürüttüğü çalışmaları fikirlerimi somutlaştırmak açısından sadece bir örnek olarak seçilmiştir.
Şimdi ise sözü fazla uzatmadan Deniz Yükseker’in bana yönelttiği eleştirileri içeren ve Toplum ve Kuram Dergisi’nin üçüncü sayısında yayımlanan “Sosyal Bilim Yöntemi Olarak Komplo Teoriciliğinin Açmazları: K. Murat Güney’e Cevap” başlıklı metninde değinilmesinin yararlı olacağını düşündüğüm birkaç noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunu yaparken D. Yükseker ile kişisel polemiğe girmek yerine D. Yükseker’in bu metnini tıpkı TESEV’in “Zorunlu Göç İle Yüzleşmek” çalışması gibi liberal ideolojinin açmazlarını ortaya koyan bir örnek olarak analiz edeceğim. Zira D. Yükseker’in bu metni de tıpkı TESEV için çalışma yapan akademisyenlerin ve sair liberal yazarların Kürt sorununa yönelik birçok çalışmasında olduğu gibi bir yandan sözde “objektif” ve “tarafsız” bir sosyal bilim eleştirisi olma iddiası üzerinden nasihatlerle süslenmiş buyurgan bir üslupla bilgi iktidarını kurmaya çalışırken bir yandan da Kürt sorununu hala bir insan hakları ve kültürel tanınma sorununa indirgemekte ve meselenin siyasi boyutunu, Kürtlerin egemenlik paylaşımı, özerk yönetim gibi taleplerini yok saymaya devam etmektedir. Toplum ve Kuram’ın ikinci sayısında yayımlanan yazımda enine boyuna tartıştığım sosyal bilimlerde objektiflik ve tarafsızlık iddiasının iktidar kurucu bir dinamik olduğu ve ayrıca Kürt sorunun sadece hukuksal-kültürel değil aynı zamanda ulus-devlet normunu sorgulayan siyasal bir sorun olduğuna dair bu iki kapsamlı eleştirime derginin üçüncü sayısındaki uzunca tenkit yazısı boyunca hiç değinmeyen D. Yükseker, liberal entelektüellerin tahayyüllerinin sınırlılığına yönelik eleştirilerin ne kadar haklı ve yerinde olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oluyor.
Komplo Teoriciliği: “Dervişin Fikri Neyse Zikri De Odur”
D. Yükseker’in metni, benim Kürt sorununa dair liberal yaklaşımların açmazlarını tartıştığım yazının bir bilimsel analiz değil komplo teorisi olduğu temel varsayımına dayanıyor (Yükseker 2010). İşin son derece ironik yanı, her nasılsa benim komplo teorileri ürettiğim gibi bir yargıya varan D. Yükseker’in kendi görüşlerini pekiştirmek için yazısı boyunca yazımdan yanlış ve çarpıtılmış alıntılar yapmakla kalmayıp araştırmama dair henüz kaynak taraması yaptığım bir dönemden yani bundan tam üç sene öncesinden bir e-mail yazışmasına onlarca defa atıf yapmaya ihtiyaç duyarak, “TESEV’in kitaplarını okumadığım” gibi asılsız, temelsiz, aslında oldukça da komik bir komplo teorisine başvurması. Bu noktada bize herhalde “dervişin fikri neyse zikri de odur” sözünü hatırlamaktan başka yapacak bir şey kalmıyor.
Şüphesiz araştırmam boyunca TESEV’in ve başka kurum ve kişilerin gerek zorunlu göç özelinde gerekse Kürt sorunu genelinde onlarca çalışmasını ayrıntılarıyla okudum. Konu hakkında atfı geçen e-mailde olduğu gibi aralarında D. Yükseker de dahil olmak üzere geçtiğimiz iki-üç sene içinde onlarca kişiyle görüştüm, fikir paylaştım, düşüncelerimi geliştirdim. Bugün dileyen herkes gerek TESEV’in yayınlarına, gerek Kürt sorunu ve zorunlu göç ile ilgili diğer çalışmalara gerekse benim kaleme aldığım eleştirel değerlendirmeye rahatlıkla ulaşabilir, okuyup kendi kanaatini oluşturabilir. Her şeyin bu kadar açık olduğu bir ortamda komplo teorilerinden bahsetmenin abesle iştigal olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, ben daha önce yayımladığım hiçbir kitap ve makalede olmadığı gibi Toplum ve Kuram’ın ikinci sayısında yayımlanan eleştirel yazımda da herhangi bir komplo teorisinden bahsetmedim. Oysa D. Yükseker benim söylemediğim bir şeyi bana mal ederek tüm yazısını bu asılsız iddia üzerine kuruyor.
D. Yükseker’e göre, kaleme aldığım yazı boyunca liberal aydınlar ve TESEV, adeta devletin Kürt hareketini tasfiye etmek için giriştiği kapsamlı bir komplo planının etkin ortakları, aktif bileşenleri olarak resmedilmiş. Halbuki, ben yazım boyunca kesinlikle böyle bir çerçeve çizmiyorum. Daha önce de söylediğim gibi tek tek kişi ve kurumların niyetlerinden ziyade liberal söylemsel alanın siyasi etkilerini, TESEV gibi kurumların ürettikleri bilgi ve raporların toplumsal ve siyasal sonuçlarını tartışıyorum. Her kurum ve kuruluşta olabileceği gibi TESEV içinde de farklı niyetlerde olan insanlar olabilir. Ben D. Yükseker de dahil olmak üzere TESEV için iş yapmış birçok akademisyenin gerek zorunlu göçten kaynaklanan sorunların ortadan kaldırılması gerekse Kürt sorununun çözümü konusuna kendi bakış açılarına göre “iyi niyetli” ve samimi olduklarını düşünüyorum. Keza AKP içinde de “demokratik açılım” sürecini Kürt sorununun çözümü için en iyi ve etkin yöntem olarak gören ve destekleyen birçok kişinin de kendi bakış açılarına göre “iyi niyetli” ve “doğru” bir yolda olduklarına samimi bir şekilde inandıklarından bir şüphem yok. Benim araştırmamda incelediğim nokta ise şahısların gizli niyetlerini veya içinde bulundukları komplo düzeneklerini ifşa etmek değil, Kürt sorununu tanımlarken ve soruna çözüm üretirken son derece açıklıkla ve iyi niyetlerle üretilen bu farklı “doğruların” ve önerilerin siyasal ve toplumsal etkilerini ve sonuçlarını incelemek. Kısacası bilgi iktidar ilişkileri üzerinde duruyorum ve yazım boyunca tamamen analitik bir biçimde incelediğim TESEV’in zorunlu göç meselesiyle ilgili olarak ürettiği bilgi ve önerilerin gerek mali kaynakları, gerek ideolojik duruşu gerekse siyasal bağlantıları sayesinde GÖÇ-DER veya İHD’nin benzeri sorunlar hakkında ürettiği farklı bilgi ve önerilerden daha çok duyulduğu ve etkili olduğunun altını çiziyorum.
Bilgi-İktidar İlişkisi: “Tarafsız” Sosyal Bilimci Kisvesine Bürünmek
Bilgi ile iktidar arasındaki ilişki ve bilginin “objektif” ve “tarafsız” olamayacağı, üretilen her türlü bilginin belli siyasi tercihleri ve dünya görüşlerini yansıtacak biçimde kaynakların seçici bir değerlendirmesi ile üretildiği ve üretilen her türlü bilginin siyasal ve toplumsal etkileri olduğu, tanınmış düşünür Michel Foucault’nun 1969 tarihli “Bilginin Arkeolojisi” adlı eserinin yayımlanmasından bu yana yani neredeyse 40 küsur yıldır akademide, post-yapısalcı çevrelerde ve gündelik hayatta tartışılagelen bir konudur. Daha önceki yazımdaki yaptığım vurgulardan birini tekrar hatırlamak gerekirse “Foucault’nun da gösterdiği gibi tarihsel bilgi, içinde bulunulan siyasal ve toplumsal koşullara ve ihtiyaçlara göre bugünden geçmişe bakarak tekrar tekrar yeniden yazılan bir anlatıdır.” (Foucault 1982 [1969]) “Başka bir deyişle tarih bir bilgi kaynağı değil geçmişe dair bilginin siyasi ihtiyaçlara göre üretildiği bir mekanizmadır. Kısacası objektiflik ve bilimsellik iddiası vurgulandığının aksine siyaseten tarafsızlık anlamına gelmez. Tam tersine, objektiflik ve bilimsellik iddiası, üretilen bilginin söylemsel alandaki iktidarını pekiştirmek için başvurulan bir stratejidir. Bu anlamda, TESEV’in ‘objektif’ ve ‘bilimsel’ bir sivil toplum kuruluşu olmaktan ziyade dayandığı yeni tarihsellik anlayışı ve göstermeyi seçtiği ‘halkın gerçekleri’ aracılığıyla kendi siyasi programını ve çözüm önerilerini öne çıkarma mücadelesinde olan politik bir aktör olarak tanımlanması daha yerinde olacaktır.” (Güney 2009)
Ne var ki, ortada bilgi ve iktidar ilişkisi üzerine yazılmış bunca çalışma varken ve ben de yazımda bu ilişkinin altını açıklıkla çizdiğim halde, D. Yükseker, tıpkı daha önce değindiğim TESEV’in zorunlu göç çalışmasını kaleme alan diğer yazarlar gibi objektif ve tarafsız bir sosyal bilim olamayacağını ısrarla inkâr etmeye devam ediyor. Benim TESEV’in ve zorunlu göç konusunda çalışma yapan akademisyenlerin de siyasal aktörler olduğuna dair vurgumu eleştirmekten kaçınması da aslında D. Yükseker’in nesnel ve tarafsız bir sosyal bilimci değil bazı eleştirileri alıp bazılarını göz ardı etmeyi “seçen” bir siyasi aktör olduğunun da çarpıcı bir örneği. D. Yükseker, sosyal bilimi son derece yapısalcı ve indirgemeci bir yaklaşımla “gündelik hayatta oluşturduğumuz doğrulardan” farklı olarak “sistematik” bir bilgi üretimi yapmak ve “sistematik” veriler toplamak suretiyle ürettiğimiz bu bilgileri geliştirdiğimiz kavramlarla ilişkilendirmek şeklinde tanımlıyor (Yükseker 2010). Düzinelerce eleştirisi yıllar önce yapılmış ve son derece bayatlamış bu tanım gerek sosyal bilimcinin ürettiği bilginin siyasal etkilerini gerekse kendisini sözde tarafsız ve objektif olarak konumlayan sosyal bilimcinin yaptığı araştırmada araştırma nesnesiyle kurduğu temsil ilişkisinin aslında bir iktidar ilişkisi olduğunu göz ardı ediyor.
Şüphesiz ne TESEV’in ne de D. Yükseker’in akademik iktidarı perçinlemenin bir stratejisi olarak bilgi-iktidar ve temsil-iktidar ilişkisini gizleyen sosyal bilim ve sosyal bilimci tanımına ve anlayışına katılmam söz konusu değil. Hiçbir zaman “tarafsız sosyal bilimci kisvesine” bürünerek kendi küçük iktidar alanımı kurmak ve korumak gibi bir kaygı taşımadım. Tam tersine sosyal bilimleri, bilgi-iktidar ilişkilerini analiz eden, yapıbozumuna uğratan ve sarsan bir siyasi çaba olarak tanımlıyorum. Sosyal bilimlerin amacının da, bu yazının daha başında belirttiğim gibi, düşünsel ve eleştirel tartışmaları daha özgürlükçü bir düzeye getirmek olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda tıpkı TESEV’in zorunlu göç çalışmasında kullandığı otoriter ve tepeden bakan üslup gibi benim eleştirilerime yönelik olarak da iktidar kurucu nasihatlerle süslenmiş buyurgan bir üslup benimseyen D. Yükseker ile aynı dili konuşmadığımız ortadadır. Herhalde tam da bu yüzden D. Yükseker, liberal tahayyülün Kürt sorununa yaklaşımındaki açmazlara değindiğim yazım boyunca sıklıkla vurgu yaptığım çokkültürcü liberalizm eleştirisinin “Türkiye için birkaç beden bol geldiğini” ifade etme ihtiyacı duyuyor (Yükseker 2010). Şüphesiz bilgi-iktidar ilişkisini ve temsil-iktidar ilişkisini yok sayacak kadar gerilerde kalmış dar görüşlü bir anlayış için çokkültürücü liberalizm eleştirisi bol kaçacaktır. Yazımda da açıkça belirttiğim gibi Avustralya veya ABD gibi ülkelere kıyasla Türkiye’de çokkültürcü anlayış bir devlet stratejisinden ziyade şu an gelişmekte olan bir liberal entelektüel zümrenin Kürt sorununun çözümünü bir kültürel tanınma ve insan hakları meselesine indirgedikleri bir “ideal”, “ütopya” veya bir “tasarıdır”. Ancak bu ideal ve tasarıdan beslenen somut siyasi girişimler olmadığı da söylenemez. Örneğin AKP’nin resmi olarak Kürtçe yayın yapan TRT6 kanalını Kürt sorununun çözümü için bir hamle olarak ortaya atması Kürt sorununu bir kültürel tanınma sorununa indirgeyen anlayışın tezahürüdür. AKP hükümetinin demokratik açılım olarak ortaya attığı tasarıların büyük bölümü de yine bu liberal tahayyülden esinlenmiş ve birtakım kültürel hakların tanınması ve insan haklarının iyileştirilmesi için yasal düzenlemeler yapılması gibi noktalar vurgulanmıştır.
Şimdi yazımın bu son bölümünde Kürt sorununu tanımlama ve bu tanım üzerinden çözüm üretme konusunda liberallerden ve Kürt hareketinden ne kast ettiğimi bir kez vurgulayıp bu iki anlayışın hangi noktalarda radikal biçimde ayrıştığının bir kez daha altını çizeceğim.
Kürt Sorununu Temsil İddiası: Liberaller ve Kürt Hareketi
Her ne kadar D. Yükseker zorunlu göç çalışmasının entelektüel sorumluluğunun TESEV’e değil çalışmayı kaleme alanlara ait olduğunu iddia etse de (Yükseker 2010) TESEV’in Kürt Sorununda bir taraf olmak adına hiç de “mütevazı” olmayan miktarlarda emek, para ve mesai sarf ettiği aşikâr. Gerek TESEV demokratikleşme programının internet sitesinde Kürt sorunu ve zorunlu göç gibi konularda açılmış alt başlıklar gerekse sadece zorunlu göçle sınırlı olmayan ve Kürt sorunun çözümüne dair genel öneriler içeren konularda TESEV’in yayımladığı çok sayıda kitabı ve raporu ile düzenlediği paneller bulunuyor (TESEV 2006, 2008a, 2008b). Şüphesiz TESEV çalışmalarını belli bir ideolojik çerçeve içinden yürütüyor. Tekrarlamak gerekirse ben Kürt sorununu yalnızca kültürel hakların tanınması ve insan haklarına dair sorunların giderilmesi anlamında kültürel ve hukuksal bir çerçeveye indirgeyen bu anlayışı destekleyen çevreleri liberaller olarak adlandırıyorum. Bu çevre gazeteciler, yazarlar, milletvekilleri ve çeşitli meslek gruplarından insanlardan oluşmakla birlikte, bu yaklaşımı akademik çalışmalara dönüştürme konusunda en iddialı kurum olduğu için örnek olarak TESEV’i seçtim.
Toplum ve Kuram’ın ikinci sayısında yayımlanan yazımın sonunda da bu minvalde TESEV’in 2006’da yayımlanan zorunlu göç çalışması ile yetinmeyip 2008 Temmuz ayında bu kez de Zorunlu Göç Mağdurlarına Destek, Hizmet ve Yardım Veren Kurum ve Kuruluşlar İçin Yol Gösterici Kılavuz (Aker, A. Tamer; Kurban Dilek; Mahçupyan, Etyen; Süren, Pınar Önen) adı altında yeni bir broşürle karşımıza çıktığına değinmiştim. Bu kılavuz aracılığıyla TESEV’in kendisini zorunlu göç meselesiyle ilgilenen tüm diğer kurumların üzerinde yer alan adeta kurumlar üstü bir otoriteymiş gibi konumlandırdığını ve zorunlu göçle ilgilenmenin ‘kurallarını’, ‘doğru ve yanlışlarını’ konuya eğilen diğer STK’lara öğretme/dayatma çabasına soyunduğunu vurgulamıştım. Her zamanki gibi ‘bilimsellik’ ve ‘objektiflik’ maskesi altına sığınan TESEV’in diğer STK’ları kendi normlarına tabi kılmaya yönelik bu girişiminin, zorunlu göçe maruz kalanları ‘mağdur’ değil direniş halindeki siyasi aktörler olarak kabul eden ve sorunun ‘destek’ ve ‘yardımlar’ ile değil Türkiye’nin anayasal ve siyasal alanda yaşaması gereken yapısal dönüşümler ile çözülebileceğini vurgulayan birçok başka görüş, yaklaşım ve siyasi tasarıdan ayrıştığının altını çizmiştim (Güney 2009).
Bu kez de TESEV’in Kürt sorununa dair yayımladığı son çalışmalarından bir başkasına değinmek istiyorum: Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler başlığıyla Aralık 2008’de yayımlanan rapor bu kez sadece zorunlu göç değil Kürt sorunu bir bütün olarak liberal bir bakış açısıyla ele alıyor. Bu raporda yer alan görüşlerin kimin yaklaşımlarını temsil ettiğine dair ilk cümle oldukça çarpıcı. Metnin henüz başında yer alan temsil meselesine dair önerme şunu iddia ediyor: “Bu raporda yer alan değerlendirme, tespit ve öneriler, TESEV’e değil Kürtlere aittir” (TESEV 2008). Peki bunlar hangi Kürtler diyerek raporun arkasındaki görüşülen kişiler listesine bir göz atıldığında birçok akademisyen, STK üyesi ve işadamının isimleri arasında ne bir DTP-BDP üyesinin ne de bir PKK yöneticisinin adını göremiyoruz. Ve henüz ilk sayfa sonlanmadan TESEV’in değil Kürtlerin olduğu iddia edilen ilk çözüm önerisi koyu yazılmış büyük harflerle göze çarpıyor: “PKK’nin Silahsızlandırılması” (TESEV 2008). Hâlbuki, bugün gazete okuyup televizyon izleyen hemen herkesin takip edip bildiği üzere kendisini Kürt olarak tanımlayan başka birçok kişi silahlı çatışmanın Kürt sorununun nedeni değil sonucu olduğunu ve ilk olarak bakılması gereken meselenin örgütün silahsızlandırılması değil, silahlı çatışmaya yol açan koşulların ortadan kaldırılması olduğunu vurgulamakta. Bu yaklaşıma katılanlar veya katılmayanlar olabilir. Ama hiç kimse tüm Kürtlerin görüşlerini en doğru biz aktarıyoruz deme hakkına sahip değildir. TESEV’in raporları elbette ‘tüm Kürtlerin’ değil ‘TESEV’in kendi dünya görüşüne uygun düştüğü için açıklamalarını aktarmayı seçtiği Kürtlerin’ görüşlerini yansıtmaktadır. Belli bir siyasi ideolojinin savunusunu yapan bir düşünce kuruluşunun raporlarının kendi bakış açısını destekleyecek şekilde olması da çok makul ve anlaşılır bir durumdur. Peki, o zaman TESEV niye kendi bakış açısından sorunu nasıl gördüğünü ifade etmek yerine tüm Kürtlerin görüşlerini en doğru ve ‘bilimsel’ bir şekilde temsil ettiği iddiasını sürdürmeye çalışmaktadır?
TESEV örneğinde gördüğümüz bu yaklaşım maalesef Türkiye’de birçok liberal akademisyen, köşe yazarı ve STK üyesinde rastladığımız otoriter, elitist ve buyurgan eğilimin bir yansımasıdır. Siyasal ve toplumsal sorunlara dair kendi bakış açısı dışındaki tasarı ve tahayyülleri yetersiz, eksik, hatta gayrimeşru olarak gören böylesi bir bakış açısının toplumsal adaleti sağlamak konusunda başarılı olması mümkün değildir.
Konuyla ilgili önceki yazımda Kürt sorununun siyasal bir sorun olduğunu, PKK, DTP-BDP, İHD, GÖÇ-DER gibi Kürt hareketinin bileşenlerinin birçoğunun Türklerle egemenlik paylaşımını da içeren anadilde eğitim, anayasa değişikliği, ulus-devlet sisteminde radikal dönüşüm, özerk otonom yönetim gibi siyasal taleplerinin göz ardı edilemeyeceğini defalarca vurgulamıştım. İçinde Kürt hareketinin bileşenlerini barındıran Türkiye Barış Meclisi’nin bu ve benzeri çözüm önerilerini alıntılamış, dile getirmiştim. Ne var ki, D. Yükseker’in derginin bu sayısında yer alan tenkit yazısında bu taleplerin bir kez daha seçici bir biçimde göz ardı edildiği görülmüştür. Tam tersine, D. Yükseker, tenkit metninde tekrarladığı ve TESEV’in son raporlarındaki görüşlerle büyük benzerlikler taşıyan yaklaşımları ile liberal tahayyülün Kürt sorunun çözümünden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Yazımın sonunu kendisinin Kürt sorununa bakışını açıklıkla yansıtan şu üç cümlesini yorumlayarak bitirmek istiyorum
Bir: Kendisi zorunlu göçle ilgili çalışmalarının yayımlandığı dönemle ilgili şöyle diyor:
“…örneğin anadil eğitimi, hak savunucuları tarafından zorunlu göç sorununun çözümü kapsamında dillendirilen bir talep değildi.” (Yükseker 2010)
Burada hak savunucuları olarak kimlerin kast edildiği belirsiz, zira Kürtlerin anadilde eğitim talepleri “Zorunlu Göçle Yüzleşmek” kitaplarının yayımlandığı 2006 tarihinden çok daha eskilere dayanıyor. Ayrıca zorunlu göçe maruz kalan insanların temel ayırt edici özelliği anadillerinin Kürtçe olmasıydı. Bu durumun bu kadar açık olduğu bir dönemde bir araştırmacının anadil ile zorunlu göç sorunu arasındaki bağlantıyı kur(a)maması oldukça çarpıcı.
İki: Tenkit yazısında D. Yükseker DTP’nin zorunlu göç meselesine dair politikaları hakkında bildiklerini aynen şöyle ifade ediyor:
“DTP ve selefi siyasi partilere gelince, açıkçası ben Kürt partilerinin yerinden edilme konusunda üretmiş oldukları somut bir politikadan haberdar değilim. ZGY’nin yayınlanmasından bu yana oluşan şahsi gözlemim, DTP ve selefi DEHAP’ın zorunlu göç mağdurlarını oy tabanı olarak görmeleri ve 5233 sayılı yasanın uygulamasında tazminat miktarlarının düşük olduğundan yakınmaları dışında bir faaliyetleri olmadığı şeklinde.” (Yükseker 2010)
Burada da Kürt sorunu ve zorunlu göç üzerine çalışma hazırlayan D. Yükseker’in DTP’nin zorunlu göç konusunda bir politikası olup olmadığını bilmediğini öğreniyoruz. DTP ona göre olsa olsa zorunlu göçe maruz kalanları bir oy deposu olarak görüyor ve bundan siyasi rant elde etmeye çalışıyor. Hâlbuki en basitinden biraz Özgür Gündem’i veya bugünkü ismiyle Günlük Gazetesi’ni takip etseydi içinde birçok zorunlu göçe maruz kalan üye barındıran DEHAP-DTP-BDP’nin zorunlu göç konusundaki politikalarını, talep ve önerilerini takip edebilir, Roj TV’yi izleseydi PKK yöneticilerinin konu hakkındaki görüşlerini dinleyip analiz etme imkânı bulabilirdi.
Üç: D. Yükseker zorunlu göçle ilgili kitapta “suç işlememiş PKK üyeleri” derken ne kast ettiğini şöyle açıklıyor:
“Bu bağlamda – her ne kadar kullandığımız ifade çok muğlâk olsa da – “suç işlememiş örgüt üyeleri” derken cami kapısından ayakkabı çalan kişileri kastetmediğimiz, insan hakları ihlallerinden söz ettiğimiz aşikârdır.” (Yükseker 2010)
Aynı yazının bir başka yerinde şöyle devam ediyor:
“Kitaptaki vurgumuz, çatışmalı dönemin geride bırakılması için, birçok başka şeyin yanı sıra, korucular ve PKK üyeleri dâhil bütün silahlı tarafların silahlarını bırakmaları ve toplumsal hayatın silahlı çatışma dışındaki unsurlarına yeniden katılımlarının sağlanmasının yollarının açılması gerektiğiydi” (Yükseker 2010)
Peki D. Yükseker bu silahlı taraflardan birinin de Türk Ordusu olduğunu açıklıkla niye zikretmiyor? Türk Ordusu mensuplarının da “silahlarını bırakıp toplumsal hayatın silahlı çatışma dışındaki unsularına yeniden katılımını” öneriyor mu? Eğer suçu insan hakları ihlali olarak tanımlıyor ve bundan da insan hayatına kast etmeyi anlıyorsa, son 25 yıldır cami kapısından ayakkabı çalmaktan çok daha ağır ve şiddetli eylemler ve operasyonlar gerçekleştiren Ordu mensuplarının hemen hepsinin aynı suç tanımı çerçevesinde yargılanması gerektiğini düşünüyor, bunu açık yüreklilikle savunuyor ve bu fikrin arkasında duruyor mu?
Şüphesiz ulus-devletin şiddet tekeli fikrini sorgulayan ve önceki yazımda da son derece açıklıkla dile getirdiğim bu eleştiri D. Yükseker’in de TESEV’in de sair liberal yazar ve düşünürlerin de tahayyülünün sınırları dışındadır. Daha önceki yazımda defalarca belirttiğim gibi bir kez daha tam bu noktada yani suçun ve suçlunun tanımını devletin tekeline bırakma noktasında devlet ideolojisiyle liberal ideolojinin çakıştığını görüyoruz.
Zannediyorum artık Kürt hareketinden ve liberallerden kimleri ve hangi görüşleri kast ettiğim ve Kürt sorununun tanımlanması ve çözümlenmesi konusunda bu iki anlayış arasındaki radikal farkı nasıl tanımladığım son derece açık ve net bir şekilde anlaşılmıştır.
Nasihatlerle süslenmiş buyurgan bir üslupla bilgi iktidarını kurmaya çalışma girişimlerine gelince, yakın çevremden de gözlemlediğim kadarıyla eleştirel olarak git gide gelişen, düşünsel olarak her geçen gün biraz daha zenginleşen ve yeni soluklarla gençleşen bir akademinin böylesi otorite kurma girişimlerini anında teşhir edip geçit vermeyecek refleksler geliştirerek boşa çıkaracak mekanizmaları çok geçmeden örgütleyeceğinden en ufak bir şüphem yok.
Yararlanılan Kaynaklar:
Aker, A. Tamer; Çelik, Ayşe Betül; Kurban, Dilek; Ünalan, Turgay; Yükseker, Deniz. 2006 Zorunlu Göç ile Yüzlesmek: Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşaası”
Aker, A. Tamer; Kurban Dilek; Mahçupyan, Etyen; Süren, Pınar Önen; 2008., Zorunlu Göç Mağdurlarına Destek, Hizmet ve Yardım Veren Kurum ve Kuruluşlar İçin Yol Gösterici Kılavuz”
Güney, K. Murat 2009 “TESEV’in Zorunlu Göç Araştırması’nın Söylemedikleri ve Kürt Sorununda Çözüme Dair Liberal Projenin Açmazları” Toplum ve Kuram Dergisi, Sayı: 2. http://www.davetsizmisafir.org/index.php/2010/03/05/tesevin-zorunlu-goc-arastirmasinin-soylemedikleri-ve-kurt-sorununda-cozume-dair-liberal-projenin-acmazlari/
Foucault, Michel, 1982. The Archeology of Knowledge, Pantheon Press, 1982, (Fransızca orijinal ilk baskısı 1969 – Türkçesi: Bilginin Arkeolojisi, Birey Yayıncılık)
TESEV, 2008. Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler, http://tesev.org.tr
Türkiye Barış Meclisi 2007. Türkiye Barışını Arıyor: Ya Gerçek Demokrasi Ya Hiç!, Aram Yayınları, İstanbul
Yükseker, Deniz 2010 “Sosyal Bilim Yöntemi Olarak Komplo Teoriciliğinin Açmazları: K. Murat Güney’e Cevap” Toplum ve Kuram Dergisi, Sayı 3
Sevgili Murat,
gectigimiz bahar TESEV’de dört ay staj yapmis olmama ragmen, ne yazik ki raporlarindan bir-ikisi disinda hicbirini okumadim- bu da benim ayibim. Yine de okudugum o bir-iki rapora, katildigim toplantilarina ve senin yukarida tasvir ettigin rapora dayanarak bu konuyla ilgili fikrimi paylasmak isterim. Bilgi eksikligimden kaynaklanabilecek yanlislar icin simdiden özür dilerim.
TESEV, her düsünce kurulusu gibi bilgi üretiyor ve bu bilgilerin kanaat önderlerine ve karar alicilara yol göstermesi umuduyla bu fikirleri cesitli yollarla kamu ile paylasiyor. Buraya kadari, her ne kadar arinin bal yapmasi kadar dogal ve beklenebilir görünse de, senin de yazinda defalarca vurguladigin gibi, büyük acmazlar tam da bu asamada sekilleniyor. TESEV’in bilgi üretirken izledigi yöntem, yerli bir kabileyi izlemekte olan bir antropologunkini andiriyor. Kürtler’i, yukaridan degilse bile disaridan izliyor. Ben TESEV’in Kürt Sorunu’nun cözüm ulasmasindaki hevesinin son derece samimi bulmakla beraber; Kürtler’in bir kez daha haklarinda bilgi üretilen objelerden, kendisine dair bilgi üreten subjelere terfi edememelerini üzüntüyle karsiliyorum. Tamamiyle homojen bir grup olmasi beklenemeyek bir grup hakkinda üretilen bilginin “biz degil, bunu Kürtler söylüyor” seklinde etiketlenmesini sakincali buluyorum. Böyle bir yaklasim, süregelmis hegemon diskurun (Kürtler, X düsünür) temellerini sarsabilir; ancak aslen degilse bile ona seklen cok benzeyen bir diskurun temellerini (Kürtler, Y düsünür) atmis olur.
Foucault, Said, Laqueur vb., bilginin keyfiyetine dikkat cekerek, bilginin her daim siyasi sonuclar dogurmak üzere üretildigini gösterdiler bize. Onun icindir ki; baski göregelmis azinliklari emansipe etmenin yolu, onlar hakkinda onlar adina bilgi üretmekten degil; kendileri hakkinda cogulcu bir cercevede bilgi üretmelerini saglamaktan gecer- bence.
Dün aksam hepinizle tanistigima cok memnun oldum.
En kisa zamanda yeniden karsilasmak dilegiyle.
Sevgiler,
Ayse