Altyazı Dergisi’nin Ekim2012 sayısında yayımlanmıştır.
Cloud Atlas farklı zaman dilimlerinde geçen altı farklı hikayeyi aynı kurguda birleştiren bir film. Film, İngiliz yazar David Mitchell’in aynı isimdeki bol ödüllü romanına bir hayli sadık kalınarak Wachowski kardeşler ve Tom Tykwer’ın işbirliğiyle sinemaya uyarlanmış. Yönetmenler Mitchell’ın edebi anlatı sınırlarını zorladığı bu romanını beyazperdeye aktarırken sinemasal anlatım biçimlerinin de sınırlarını zorluyor. Daha önce Matrix serisi (Wachowski Kardeşler) ve Koş Lola Koş (Tom Tykwer) gibi filmleriyle düşünsel sorgulamalara kapı aralayan, deneysel ve yenilikçi filmlere imza atan yönetmenler bir kez daha risk alıyor ve sinemasal anlamda anlatılması çok zor bir işin altına giriyor. Filmin, Toronto Film Festivali’ndeki ilk gösteriminin ardından sinemayı sadece düz bir “giriş, gelişme, sonuç” anlatısı olarak gören sanatsal ve siyasal anlamda muhafazakâr film eleştirmenlerince anlamlandırılamaması ve kötülenmesine şaşırmamak gerekir. Zira bu kışkırtıcı ve yaratıcı film, izleyicisinden izlerken dikkat ve üzerine düşünürken de emek bekliyor. Bağımsız bir yapım olan Cloud Atlas, Hollywood’un hazırlayıp sunduğu hapları sorgusuz sualsiz yutarak tatmin olmaya alışmış uyuşuk zihinler için yapılmamış şüphesiz. Kendilerini tekrarlamak yerine, popüler olmayı hedefleyen büyük bütçeli böylesi bir filmde yenilikçilikten ödün vermemeyi tercih eden filmin yönetmenlerini sadece bu cesur çabaları için dahi tebrik etmek lazım.
“Her şey birbirine bağlıdır”
Aslında Wachoswki kardeşler ve Tom Tykwer’e göre sinemasal anlamdaki bu sıradışı çabada yadırganacak bir şey yok; çünkü tıpkı filmin farklı hikâyeleri aynı kurgu içinde bütünleştirmesi gibi bizler de içine doğduğumuz bu dünyada geçmişe, anılara ve tarihe dair çeşitli anlatıları, şimdi, şu anda kuşatıldığımız farklı insanlara, olaylara, sorunlara dair farklı farklı hikâyeleri ve geleceğe dair sürekli değişen öngörülerimizi ve umutlarımızı her gün aynı zihin içinde evirip çeviriyor, geçmişi, şimdiyi ve geleceği her gün yeniden ve tekrar kurguluyoruz. İnsan hayatı, tek, doğrusal ve tutarlı bir anlatıdan ziyade anılar, gündelik hayat ve gelecek planlarına dair çoğul, karmaşık, birbiriyle çelişen ve çekişen birçok hikâyenin aynı anda aynı bedende ve zihinde yaşaması, değişmesi ve dönüşmesiyle şekilleniyor. İşte bu noktada tekçi ve doğrusal modernist varsayımların sıkı eleştirmeni ve 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’a dair söyledikleri bir bir yankılanmaya başlıyor Cloud Atlas’ta: “Korku, inanç ve aşk, hayatımıza yön veren güçler. Bu güçler biz var olmadan çok önceden beri vardı ve biz yok olduktan çok sonra da var olmaya devam edecek…” Kısacası bizler, “geçmişte”, bizim var olmamızdan çok önce kuralları, dili, toplumsal ilişkileri belirlenmiş, “şimdiki zamanda” bir şekilde içine atıldığımız ve varlığımız sona erdikten sonra “gelecekte” de var olmaya devam edeceğini bildiğimiz bir dünyanın, bu karmaşık ilişkiler ağının içinde yaşıyoruz. Liberal modernistlerin varsaydığı anlamda zihnimiz, sınırsız özgür tercihlerle sıfırdan doldurulacak “tabula rasa” yani boş bir levhadan ibaret olmadı hiçbir zaman. “İçine atıldığım bu dünyada ben varım, yaşıyorum” önermesi, geçmişte, bizden önce kurulmuş bir dünyanın kurallarına, diline, adetlerine, geçmişte yaşamış ve bugün yaşamakta olan diğer insanlara ve canlılara, şimdi, şu anda eklemlenmeyi gerektirdi her zaman. Kısacası liberal modernistlerin varsaydığı anlamda bir mutlak “özgürlük” de bir “bağımsız birey” de aslında hiç var olmadı. Ama bu durum, katı yapısalcı düşünürlerin varsaydığının aksine hiçbir zaman irademizin olmadığı ve her şeyin bizden önce kurulmuş bir düzen tarafından mutlak olarak belirlendiği anlamına da gelmiyor. Bu noktada yine Cloud Atlas’a kulak verirsek “yaşamlarımız sadece bize ait değil, başkalarına bağlıyız… Geçmişte ve şu anda, işlediğimiz her suçta ve yaptığımız her iyilikte geleceğimizi yeniden kuruyoruz…”
Böylece Cloud Atlas, hem liberal özgürlük varsayımının sorumsuz bireyciliğine hem de yapısalcı belirlenimciliğin insan iradesini yok sayan karamsarlığına karşı duran bir Varlık ve Zaman anlayışını yansıtıyor beyazperdeye.
Böylesi derin bir düşünsel eleştiriyi sinemanın diliyle anlatmak şüphesiz oldukça zor ve iddialı bir proje. Toronto Film Festivali’nde filmin ilk gösteriminin ardından gerçekleştirilen basın toplantısında yönetmenlerden Lana Wachowski’nin aktardığına göre Cloud Atlas romanının yazarı David Mitchell da filmi izlemiş ve çok beğenmiş. Mitchell’ın en çok hayran kaldığı şey ise filmin yönetmenlerinin “aktarılması bu denli zor bir entelektüel tartışmayı, izleyenleri eğlendiren ve keyiflendiren bir anlatı ve anlaşılır bir dille popüler sinemaya başarıyla uyarlayabilmesi” olmuş. Mitchell, tıpkı Matrix serisinde olduğu gibi Cloud Atlas’ta da Wachowskiler’in dehasının çağımıza dair önemli felsefi tartışmaları, düşünsel sorgulamanın derinliğinden ödün vermeksizin popüler bir sinema filmi haline getirmeyi başarmak olduğunu ifade ediyor.
Anti-Muhafazakar Manifesto
Cloud Atlas, sadece Varlık ve Zaman’a dair felsefi bir tartışmayı yansıtmakla yetinmiyor, aynı zamanda adaletten, özgürlükten, eşitlikten yana son derece net ve açık bir etik çağrıda bulunuyor: “Başka bir dünyanın, bundan daha iyi bir dünyanın olduğuna inanıyorum. Seni orada bekleyeceğim.”
Cloud Atlas’ta aktarılan altı farklı hikâye aslında birbirlerinden tamamen farklı ve bağlantısız hikâyeler değil. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekte geçen her hikâye aslında bir diğeriyle dolaylı da olsa ilişkili. Tıpkı aynı ortak dünyayı, aynı ortak geçmişi ve ortak gelecek özlemlerini paylaşan bu dünyadaki milyonlarca farklı insanın hayat hikâyeleri gibi. Geçmişte sevgiliye yazılmış bir mektup bugün bir romanın sayfasında yeniden ortaya çıkarken, karanlık bir geleceğe dair görülen bir kâbus bir bestenin ilham kaynağı, aynı beste gelecekteki bir kölenin özgürlüğü duyumsadığı bir melodi olarak çıkıyor karşımıza. Farklı zaman dilimlerinde karakterler birbirilerine dönüşürken yaş, cinsiyet, ırk ve sınıflar arasındaki farklılıklar bir bir ortadan kalkıyor ve geriye tek bir şey kalıyor: Geçmişe ve başkalarının yaşamlarına bağlı ve dolayısıyla aldığı her karardan dolayı başka insanlara ve geleceğe karşı sorumlu bir özne.
İçine atıldığımız bu dünyanın yasalarına, diline ve adetlerine her eklemlenişimizde, onları şimdiki zamanda tekrar yorumluyor, varolan seçenekler arasında ister istemez tercihler yaparak ilerliyoruz. Bugün, şu anda yaptığımız her tercih de geleceğimizi ve dünyanın geleceğini dönüştürüyor. Cloud Atlas’ın etik sorusu işte bu noktada anlam kazanıyor. Bu tercihlerimizi ne yönde kullanacağız? Bu dünyanın üzerine kurulduğu ve değişmesi mümkün gözükmeyen tahakküm ilişkilerine, köleliğe, mülkiyetçiliğe, para hırsına, iktidarlara boyun mu eğeceğiz yoksa akıntıya karşı kürek çekmek pahasına bu dünyada haksız ve yanlış bulduklarımıza karşı mı koyacağız? Şüphesiz yaptığımız küçük tercihlerle bizlerden bir devrim gerçekleştirmemiz beklenemez. Zira tıpkı zihinlerimiz gibi içine atıldığımız bu dünya da geçmişteki devrimcilerin varsaydığının aksine sıfırdan yeniden programlanabilecek bir “tabula rasa” değil. Ancak varolan toplumsal ve siyasal ilişkilere eklemlenerek onlara direnebilir ve bu ilişkileri ufak da olsa dönüştürebiliriz.
Cloud Atlas’taki altı farklı hikâyede de karşımıza tek başlarına ve güçsüz de olsalar tercihlerini karşılaştıkları adaletsizliklere karşı direnmekten ve baskılara karşı özgürlükleri savunmaktan yana kullanan karakterler çıkıyor: 1850li yıllarda köleliğe karşı tavrını bir siyah köleye destek olarak gösteren Amerikalı noter Adam Ewing; 1930’lu yıllarda yanında çalıştığı ünlü besteci Ayrs’ın, yeni eserini kendine mal etmesine karşı koyan genç müzisyen Robert Frobisher; 1970li yıllarda Kaliforniya’daki bir nükleer santral hakkındaki gerçeği enerji şirketlerinin tehditlerine rağmen ortaya çıkarmaya çabalayan gazeteci Luisa Rey, kapatıldığı huzur evinden kaçmaya çabalayan yayıncı Timothy Cavendish, gelecek zamanda Kore’de android köleler arasından ayrılıp özgürlüğü arayan garson Sonmi 451 ve uygarlığın sona ermeye yüz tuttuğu uzak gelecekte tüm inançlarını ve korkularını geride bırakarak sarp dağların tepesindeki teleskoptan son bir umutla gökyüzüne mesaj yollanmasına yardımcı olan Zachary. Hepsinin hikâyesinde ortak olan nokta, varolanın olması gereken zorunlu tek seçenek olmadığını ortaya koymaları. Cloud Atlas, katı kurallar, dayatılan kimlikler, iktidarı ve mülkiyeti kutsayan inançlar karşısında seslerini yükseltenlerin bu tercihlerinin boşuna olmadığını gözler önüne seriyor. Belki ilk başta küçük ve önemsiz gözüken her itiraz, her direniş, aslında çok değerli ve gelecekte öngörülemez sonuçlar doğurmaya muktedir. Siyahların köleleştirilmesine, şan ve şöhretten gelen gücün kötüye kullanılmasına, cinsiyet ayrımcılığına, mülkiyetçiliğe, para hırsına, kapitalizme, otoriter yönetimlere karşı bugün belki etkisiz gözüken tepkiler gelecekte bir çığ gibi büyüyüp bu tahakküm ilişkilerini yıkma gücüne sahipler.
Aslında, filmin yönetmenleri bu noktada, basının, siyasi kurumların ve toplumsal hiyerarşilerin kuşatması altında kalarak iktidarların büyüklüğüne ve yıkılmazlığına kendisini her geçen biraz daha inandıran çağımızın iyice sinikleşmiş insanlığına seslenmekte ve insanları bu tahakküm ne kadar büyük ve tehdit edici olursa olsun yeniden vicdanlarının sesini dinlemeye çağırmaktalar.
Cloud Atlas, hem sinemasal anlamdaki yenilikçiliği hem de mesajıyla muhafazakârlığın her türlüsünü karşısına alıyor ve çağımızdaki yaygın siniklik karşısında insanlara vicdanlarının gücünü asla küçümsememeleri gerektiğini hatırlatıyor. Filmin sonlarında, kölelik yanlısı kayınpederinin “bu dünyanın doğal yasalarına karşı gelenler koca bir okyanus içinde bir damla olarak kalırlar” sözüne karşılık Adam Ewing’in verdiği cevapta olduğu gibi: “Okyanus dediğimiz şey zaten birçok damlanın bir araya gelmesinden ibaret değil midir?”
Burada yazilanlara aynen katiliyorum, ayrica ayni ruhlarin tekrar tekrar gelerek mücadelelerini sürdürdükleri, hesap kapanana kadar da bunun böyle devam edecegini anlatmis ayni zamanda.. Tüm bunlari ben de düsünürüm zaman zaman, yönetmeni kutlamak gerekir, böyle bir konuyu filme aktarmak ve o duyguyu vermek büyük is…..