Dilerseniz Siborg Manifestosu ile başlayalım. Birçok kadın siborgun bir kadın olabileceği fikri ile büyülenmişti. Neden siborgun dişiliği üzerinde ısrar ettiniz?
Benim için siborg mefhumu dişiydi ve karmaşık yönlerden bir kadındı. O bir direniş eylemiydi, hoş ve açık sözlüsünden bir muhalif hareketti. Siborg, tabii ki, bir askeri projenin, dünya dışı uzay adamı projesinin bir parçasıydı. Ama o aynı zamanda erkek-tanımlı bilimkurgu dışındaki bilimkurgusal bir figürdü. Sonra popüler kültürde ve tıp kültürünün bazı türlerinde de siborgun kadın olduğu başka bir boyut vardı. Burada siborglar, hasta olarak ya da ‘fem-bot’ –demir bakire, robotlaşmış makine, pornografik dişi- gibi karşımıza çıkıyorlardı. Ama bir bütün olarak siborg figürü bana potansiyel olarak bunlardan daha ilginç görünüyordu. Daha çok, adil bir biçimde açık sözlü, politik ve sembolik bir teknobilimsel proje gibi gözüken bir alanın teslim alınması eylemi gibiydi.
Benim bakış açımdan, siborg birçok şeyi bünyesinde toplayan bir figür ve İkinci Dünya Savaşı sonrası teknobilimsel kültürlerin, enformasyon bilimleri ve biyolojik bilimler tarafından derinden biçimlendirildiği bir yoldan geliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında halihazırda yapılmakta olan ve son elli yılda daha da derinleşen ve yaşam biçimimizi daha derinden dönüştüren bilişim ve biyolojinin patlaması sonucunda ortaya çıkmış bir figür bu. Tüm bunları ne bir seçim meselesi ne de bir determinizm meselesi olarak görebiliriz. Bunlar çok daha karmaşık sosyoteknik ilişkilerin derinden gerçekleşmesidir. Beni daha çok ilgilendiren aslında bizleri canlı veya cansız, hayvan veya bitki, tek bir insan ya da gezegenin kendisi yani Gaia, veya muhtelif türden bir makine olsun, sonuçta bir iletişim sistemi olarak tasavvur eden yoldur. Varoluşu teorileştiren bu ortak açı, her şeyi bir iletişim-kontrol-sistemi olarak tasavvur eden bir ortak ontoloji, benim ilgimi çeken fikir oldu. Bu fikir beni hem kızdırdı ve endişelendirdi ama hem de daha olumlu yönleriyle ilgimi çekti. Her şey bir yana, bilinçsiz ve rüya gibi bir nitelikten etkilendim ve siborgların, birer insan-makine sureti olduğunu basitçe tekrar etmekle kalmayıp aynı zamanda insanların ve diğer canlıların siborg dünyasında hangi dereceden ne tür bir ortaklıkları olduğuyla da ilgilendim. Siborglar hakkında beni ilgilendiren, bunun bir yandan insan ve makinenin diğer yandan da insan ve diğer organizmaların, içinde iletişimle ilgili bir sorunsalı da barındırarak, birlikte içe doğru patlamasıydı. Bunun içinde birçok seviye vardı, örneğin emek süreci meseleleri: Siborg üretiminin emek süreçlerinin özel yönleri kadınları –çalışan sınıf kadınlarını, women of color’u, üçüncü dünya ülkelerinde, uluslararası sermayeyi mikro-elektronik üretiminde cezbeden ihracat işlemi alanlarında çalışan kadınları, bu işe bulaştırdı, hatta görece azınlık da olsa zaman zaman bilimkadını olarak da. Kadınlar dünya üzerindeki çeşitli konumlarda çalıştı; biyolojik ilaçlar alanında, enformasyon bilimleri alanında hem de ulus-aşırı sermayenin tercih ettiği iş gücü olarak. Esnek birikim stratejileri, hem erkekler hem de kadınlar için toplumsal cinsiyetin tarihsel olarak özgül olan çeşitli türlerinin üretilmesini gerektirdi. Siborg, kadınların feminist sosyalistler tarafından üretilen bir tabir olan ‘integrated circuit’ içindeki yerini anlamaya çalışan bir figür haline geldi.
Okumaya devam et