70’li yılların ortasında, Collége de France’da verdiği derslerden birinde (7 Ocak 1976), Michel Foucault, birlikçi, kapsayıcı, evrenselci, sistematik, merkezi ve bilimsel olduğu iddiasındaki tüm söylemlerin totaliter yapısının boyunduruğundan kurtulmanın yolunu, soykütüğü adını verdiği, yerel, tekil, özel, parça parça ve dağınık minör söylemlerin canlandırılması olarak gösteriyordu. Bu kendisinin, Deleuze’ün ve diğer düşünürlerin analitik eleştirileri ile, bunlardan daha önemlisi, bilimsel bilginin hiyerarşisi tarafından diskalifiye edilmiş, aşağı görülmüş bilmelerin, yani gündelik, yerel, özel bilmelerin ittifakıyla gerçekleşebilirdi. Ona göre, kapsayıcı söylemlerin zorbalığına karşı girişilecek bu yapıbozumcu eleştiri, tam anlamıyla bir savaştı ve zorbalığın yıkımı için majör söylemlere karşı minör söylemleri geliştiren böylesi bir savaşı yürütmek gerekiyordu.
Nitekim, Foucault’nun 60’lardan beri öngördüğü bu savaş gerçekleşti. Son 30-40 yıl boyunca, geleneklerin, dinlerin, ulus-devlete dair söylemin, bilimlerin ve ideolojilerin nasıl da müthiş bir hızla karikatürleştirildiğini, tiyatrolaştırıldığını, tersine çevrildiğini, lime lime edildiğini ve yıkılıp dağıldığını gördük. Felsefi arenada postmodern eleştirinin yükseldiği bu dönemler tam da başını Ursula LeGuin ve Samuel Delany’nin çektiği yeni muhalif bilimkurgucuların, Karanlığın Sol Eli ve Triton gibi kitaplarıyla, verili kimliklere dair söylemleri yapıbozumuna uğratıp kadını ve erkeği birleştiren, geçişkenleştiren, akışkanlaştıran yeni transseksüel kimliklikleri, bir alternatif olarak tahayyül ettikleri zamanlardı. Bu sırada başını Philip K. Dick’in çektiği ve yeni yeni hayat bulan bir başka akım olan siberpunk da gerçekliğin ne olduğu sorusunu masaya yatırıyordu. 70’lerin sonunda edebiyatta ve sinemada yükselen bu yapıbozumculuğa, öngörüldüğü gibi, gündelik bilmeler, popüler kültürler, medya aracılığıyla yayılan kurgulanmış sansyonel haberler de eşlik etmekteydi.
Özel televizyonların yaygınlaşmasıyla hız kazanan, internetle doruk noktasına ulaşan bu söylemler savaşı, nihayet artık sona erdi. Üstelik büyük bir zaferle. Bu hem iktidarın hem de onu yapıbozumuna uğratan muhalefetin zaferiydi. İktidarın zaferiydi; çünkü parçalanan iktidar artık her yere yayılmış ve mutlak bir denetim ağı oluşturmuştu. Muhalefetin zaferiydi, çünkü muhalefet, iktidarı paramparça etmiş, onun bir kurgu olduğunu göstermiş ve böylece yeni yeni kurgular oluşturma özgürlüğünü bizlere bahşetmişti. Elbette yukarıda sayılan nedenlerden, savaşın sonu aynı zamanda hem muhalefetin hem de iktidarın bozgunuydu. Merkezi söylemlerin, duvarların ve sınırların topyekün bir yıkımıyla kalmayıp onlara temel oluşturan tüm değerleri de iflas ettiren bir zafer ve bir bozgundu bu. Tıpkı atom bombasının atılması ile sona eren İkinci Dünya Savaşı gibi, enformasyon bombasının atılması ile sona eren bu savaş, bizlere, ardında, enformasyonun radyoaktif yayılımının sürdüğü ve dört bir yanımızı bu radyoaktiviteye maruz kalan mutantların sardığı bir dünya bırakmıştı.
Dolayısıyla savaşın ilk meyveleri, bir zamanlar verili kategorileri yerle bir ettiği için uygunsuz kaçabilecek ama bugün artık son derece meşru ve popüler olan, türlü ilginç birlikteliklerdi. Artık kimse, saçların kazıtıp ortasından bir tutamını yeşile boyadığı halde İstiklal’de yürüyen bir punka dönüp bakmıyordu bile. Öte yandan transseksüeller, Turka’lı Colalar, Hollywood’lu Budistler, pop şarkıcıları gibi giyinip şarkı söyleyen siyasetçiler, katil veya tecavüzcü pop-starlar, nane ile anneyi birleştirip şarkı yapanlar ve medyanın en belli başlı sloganında da denildiği gibi “daha neler neler”, bilinçleri böylesi bir savaşın sonlarında ve sonrasında sınırların kalmadığı geçişken bir dünyada oluşmuş bizim kuşağımızdaki gençlerin hayatlarındaki sıradan figürler oluverdiler. Ve kimlikler siyasetini imkansız kılan bu geçişken figürler bugüne değin kendi dünyamızı tartıştığımız dergimizin sayfalarında da haliyle sıklıkla kendilerine yer edindiler.
Söylemler savaşının bir diğer sonucu ise topyekun sorguladığı gerçekliği tamamen yok etmesi oldu. Böylece bizlere hiçbir şeye bir iki saatten daha uzun süre bir anlam ve bir değer yüklenemeyen, sonsuz alay ve imayla çevrili bir dünya kaldı. Şüphesiz bizim kuşağın en zevkle izlediği şey, Saddam’ı şeytanla eşcinsel ilişkiye sokan, peluş bir su aygırı şeklinde resmettikleri Tanrı’yı dünyaya çağırıp ona bin yılda bir sorabilecek soruyu “erkekler neden adet olmazlar?” diye belirleyen, İsa’yı talk-showcu, Musa’yı da gülünç bir üçgen ışık hüzmesi olarak işin içine katmaktan çekinmeyen Southpark sakinleriydi. En zevkle okuduğumuz şey ise ekşisözlükte verilen ayarlar, edilen alaylar ve olası tüm yadırgatıcı ve uygunsuz kelime birlikteliklerini yansıtan “harf oyunlu cin entry”lerdi. Tüm bunlar muhalif ve alternatif bir gençliğin dışavurumları olarak lanse edildi. Oysa bunu muhalefet olarak tanımlamak, bugünlerde zengin gençler arasında bir hayli yaygınlaşan, kitapçı dükkanlarından muhalefet olsun diye kitap ve cd çalma hadisesi kadar absürdtü. Zira söylem savaşlarının sona erdiği bir dünyada, aslında tüm ironiler ve yadırgatma denemeleri, sıradan bir haftalık derginin kapağında karşımıza çıkabilen, üzerinde güleç yüzlü bir Atatürk resmi bulunan bir t-shirt giymiş Michel Jackson portresindeki uygunsuz birlikteliğinin gölgesinde kalıyordu. Gündelik medya, bu türden gayri-iradi girişimleriyle, çoktan postmodern sanat ve eleştirinin yarattığı etkinin ötesine geçmişti.
Söylemler savaşında zaferin baş aktörlerinden birinin de postmodern sanat olduğu aşikardı. Pamuk Prenses’le Kel Oğlan’ın aynı öykünün satırlarında buluşabildiği, öncülüğünü buralarda Murathan Mungan, Orhan Pamuk ve İhsan Oktay Anar’ın yaptığı postmodern bir edebiyat, neredeyse tüm klasik masalların, efsanelerin, romanların ve öykülerin yer yer sentezlenen yer yer aralarında absürd bağlantılar kurulan yeniden yazımlarını yapmış, başta Tarantino’nun filmleri olmak üzere alabildiğine imalar içeren postmodern bir sinema ise bugüne kadarki tüm film klişeleriyle hatırı sayılır derecede dalga geçmişti. Douglas Adams’ın 80’lerin başında yayımladığı müthiş eğlenceli eseri, Otostopçunun Galaksi Rehberi, belki de içinde bulunduğumuz çağın ruh halini anlamak için başvurulması gereken ve tüm bu anlatmaya çalıştıklarımızı özetleyen en temel kaynaktı. O, içinde barındırdığı hicvinin ardında gizli, derin bir melankoli ile aslında gerçekten de serideki kitaplardan birine adını veren, “Hayat, Evren ve Her Şey” hakkındaki nihai sorunun cevabını ve varoluşumuzun nedenini arayan bir çağdaş felsefe kitabıydı. Bilimkurgunun, içinde yaşadığımız gerçekliği bizlere yadırgatan özelliğini, evrensel boyutlarda geçen bilimkurgusal gelecek tahayyüllerini yadırgatarak bir basamak öteye taşıyan Adams, içindeki her şeyin insanlara malum olduğu ve her şeyin de ulaşılabilir olduğu bir evrende yaşayan canlıların başvurabileceği yegâne yol olan alaya başvurmuştu. Tüm söylemlerin ve değerlerin içinin boşaldığı, başlangıcının ve sonucunun hemen herkes tarafından bilindiği, tüm zamanların, geçmişin ve geleceğin tıpkı bugün kürelleşmenin mekanları aynılaştırması gibi aynılaştığı bir evrende, kıyamet günü gelecek olan Mesih, evrenin çöküşüne tanık olunan “Evrenin Sonundaki Restoran”da süregiden gösterinin bir parçası, insanlık da farelerin yönettiği bir deneyin kobay hayvanları olabilirdi ancak. Gezegen boyutlarındaki dev bilgisayar, hayatın anlamına dair nihai sorunun cevabını “42” olarak gösterdiğinde (kim aksini iddia edebilir?), ölümsüzlüğe erişmiş canlılar, can sıkıntılarını giderebilmek için beklenmedik anlarda ortaya çıkıp insanları şaşkınlığa uğratan “Evrensel Dumur Ediciler” olmayı yeğlemişti.
Bugün, neredeyse alay edilebilecek her şeyle alay edildiği, olası tüm uygunsuz birliktelik kombinasyonlarının denendiği ve Otostopçunun Galaksi Rehberi’nin verdiği ilhamla kurulan ekşisözlükteki tabiriyle “ayar verilebilecek” her şeye ayar verildiği düşünülürse Evrensel Dumur Edilciler’in görevlerini büyük bir başarıyla yerine getirdiklerine kanaat getirebiliriz.
Ne var ki, varoluşsal bunalımların sonucunda geliştirilen tüm bu ironik çabalarla beraber yaşadığımız hayat da şaşırtıcılığını bir hayli yitirmiştir. Hemen her şeyin ortada olduğu, hiçbir şeyin gizlisinin saklısının kalmadığı ve bu nedenle de artık mizahın, eleştirinin veya yadırgatmanın gücünün oldukça zayıfladığı dönemlerde yaşıyoruz. En son ne zaman bir şeye hayret ettiğinizi düşünün? Gerçekten hatırlaması güç değil mi? İster istemez kendi kendime de soruyorum bu soruyu ve 11 Eylül cevabını veriyorum. Mizah, eleştiri ve yadırgatmadan öte, mutlak bir yıkımın habercisi olan 11 Eylül.
Peki, kimsenin artık kolay kolay dumur olmadığı, söylemler savaşı sonrası dünyasında varoluşumuzu nasıl anlamlı kılacak nasıl devam ettirecektik? Geleceğe bakarken nasıl hayal kurabilecek umud edebilecektik? İşte bu sorular ve sorunlar, dahil olduğumuz 80 sonrası kuşağından bizlerin her gün cevap aradığı, her gün cebelleştiği sorulardır. İçinde yaşadığı dünyanın ve dolayısıyla kendi öznelliğinin inşa edilmiş bir kurgu olduğu gerçeği ile yüzleşen, bir ‘öz’den, özgünlükten veya bir dejenerasyondan, yozlaşmadan bahsetmenin ırkçılıkla aynı kapıya çıktığının farkında olan ve bu nedenle artık bir değerler sistemi hatta en ufak bir değer ilkesi dahi üretemeyen bizlerin varoluşsal sıkıntılarını aşma mücadelesi belki de ironik bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu derginin varoluş nedeniydi.
Geçen sayıda, alabildiğine alay ve imayla kuşatılmış, böylesi bir dünyada, kendi gerçekliğini kendi kendine kurgulama çabasının belki bir çıkış ihtimali olabileceğini gündeme getirmiştik. Neden sonra bunun zaten halihazırda uygulandığını, zaten söylemler savaşı sonrası dünyası karşısında çoktan geliştirilmiş bir tepki olduğunu fark ettik. Gençliğin, zamanının büyük bölümünü internette chat odalarında, çöpçatan sitelerinde ve itirafların edilip, iftiraların atıldığı ve intikamların alındığı sanal topluluklarda, bilgisayar oyunlarının başında ve fantazilerin, fantastik kurguların dünyasında, FRP seanslarında geçirmesi hiç de tesadüf değildi. Zira tüm bu alanlar, fantaziler, bilgisayar oyunları ve internet; fark fikrinin atomize ettiği, birbirimizden kopardığı bizleri, adeta solipsist bir motivasyonla, tüm ‘öteki’lerden, diğer insanlardan bağımsız, kendimizin hem tanrısı hem de kulu olduğumuz, kendi kimliğimizi durmadan yıkıp durmadan yeniden biçimlendirebileceğimiz, kendi gerçekliğimizi yaratabileceğimiz, tamamen bizim için yaratılmış evrenlere yöneltmekteydi.
Bu sayımızda, bu bakış açısından hareketle, 80 sonrası gençliğinin tanıklıklarını, eğilimlerini ve tepkilerini ele alıp tartışalım istedik. Bilgisayar oyunlarını, internet topluluklarını, vampirleri ve avcılarını, şiddeti ve simülasyonu, popüler kültürümüzün dikkat çekici öğeleri olarak seçtik ve bu konular üzerine bir dosya oluşturalım dedik. Umarım ilk defa deneyeceğimiz bu yeni uygulamamız aramızdaki etkileşim olanaklarını artırır.