Yakın Gelecekten Masallar

Jules Verne Bilimkurgu Öykü Yarışması Öykü Ödülü

Otobüs uçarcasına şehrin ana caddelerinden birinde sesten hızlı sürüklenirken, balık istifi aracın en önünde çelik bir çubuğa yaslanmış ayakta duran Rüya, dalgın dalgın karanlığa ve boşluğa bakıyordu. Yağmur şiddetini artırmıştı. Puslu camların ardında hüzünlü bir koku yüzleri seçilemeyen bedenlerden yayılıyordu. Yorgunluk ve halsizlik Rüya’yı hissizleştirmişti. O mavi, solgun gözler, cama sürtündüğü için gıcırdayarak bir sağa bir sola savrulan sileceklere takılmıştı. “Gırrç, gııyç, gırrç, gıyyç…” Sarkaçlı bir duvar saatinin bir türlü uyutmayan sinir bozucu tik takları gibi bir ses. Bir türlü uyuyamıyordu. Bir türlü uyanamıyordu…
Sileceğin ani geçişleriyle bir anlığına belki de milisaniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içinde berraklaşan gecenin görüntüsü… hemen ardından yağmur damlalarının dev cama ilk dokunuşlarıyla beraber tekrar kayıp giden, birbirine karışan, bulanıklaşan ışıklar.. Gözlerini kapadı. Yağmur damlalarının kapladığı camın ardında Mithat’ın bir görünüp bir kaybolan hologramının ona gülümsediğini gördü…

* * *
Korkunç bir gürültünün yankılanması ve hemen ardından “yere yat!” diyen babasının inlemesini duydu. Sonra da güçlü kollar onu sıkıca sarıp yere savurdu. Bu sırada iki el silah sesi daha yankılandı kulaklarında. Bağrışlar, haykırışlar, çığrışlar… Başını hafifçe kaldırdığında korkuyla kaçışan onlarca insanın dehşetle açılmış iri gözleriyle karşılaştı. Sonra koşarken bir taraftan da elindeki tabancayı beline sıkıştıran kar maskeli bir adam… Bir an için göz göze geldiler, Rüya adamın keskin bakışının ağırlığı altında ezildiğini hisseti, başını korkuyla çevirip babasının göğsüne gömdü. Kafasını tekrar kaldırdığında maskeli adam çoktan köşeyi dönmüş ve ortadan kaybolmuştu…
Ortalık yatıştığında insanlar saklandıkları, tünedikleri, uzandıkları yerlerden tedirginlikle birbirlerini yokladılar. Rüya da babasının gevşeyen kolları arasından kurtularak yavaşça ayağa kalktı. Neden sonra o hengame içinde birinin, hala ayağa kalkmamış olduğunu gördüler. Yirmiikilik delikanlı Cem boylu boyunca yerde yatıyordu. Karmakarışık siyah saçlarının arasından asfaltın üzerine sızan kan küçük bir göl oluşturmuştu. “Ceeem!” diye bağırarak ona doğru koşmaya başladı Rüya. O an doya doya üzülüp ağlayabileceği bir şeyle karşılaşmanın coşkusunu duyuyordu içinde. Yere, Cem’in üzerine eğildi ve kana kana ağladı…
Bu olay olduğu sıralarda Rüya henüz on bir on iki yaşlarında bir çocuktu. Cem’i çok tanıdığı söylenemezdi, zaten pek konuşmuşluğu da yoktu. Arkadaşlık etmek içinse yaşı bir hayli küçüktü. Ondan hoşlanıp hoşlanmadığını bilmiyordu. Olaydan sonra bunu uzun uzadıya düşünmüş ama bir sonuca varamamıştı.
Cem’le ilgili bulanık ve birbirinden kopuk belirsiz anılar vardı kafasında. Nedense bu anıları birleştirip tutarlı bir hikaye oluşturamıyordu. Belki de o yüzden Cem’in garip bir genç olduğunu düşünüyordu. Arada bir ablasıyla manzaraya gittiklerinde onunla karşılaşırlardı. Onu, deniz tarafındaki kayaların üzerinde oturmuş keyifle sigarasını tüttürerek yalnız başına boğazın akıntısını seyrederken bulurlardı çoklukla. Yıllar boyunca Cem deyince bir fotoğraf gibi hep o görüntü, o mağrur ve gizem dolu duruş gelecekti gözlerinin önüne. Bir keresinde Cem, Rüya’ya “hey, küçük kız, kızıl saçların rüzgarda ne güzel savruluyor öyle” diye seslenerek yanına çağırmış ve gülümseyerek sigarasını “gelip bir fırt çekmek ister misin?” diye ona uzatmıştı. Endişeyle ablasına bakan Rüya, çatık kaşlarla karşılaşınca çekingen bir sesle “sağol abi, sen iç” diye oradan uzaklaşmıştı. Hatırlayabildiği, aralarında geçen tek konuşma buydu sanırsa. O neşeli ve tok ses kulağında yankılandı. Sözleri, o yaşlarında çok hoşuna gitmişti…
Rüya, bir polisin itelemesiyle kendine geldi… Aradan daha beş dakika geçmemişti. Cennetbayir mahallesinde önce ambulansin sireni duyulmuş; ambulansin sirenine polisinki karişmişti. Cem'i apar topar sedyeye koyup ambulansa yerleştirdiler, yine sirenleri çala çala oradan uzaklaştilar. Kalan birkaç polis olay mahallini üzerinde girilmez yazan güvenlik şeritleriyle çembere aldi. Az sonra feryat figan Cem'in anasiyla babasi sokaga firladi. Polislere dogru koştu. Anasi kan gölünü görünce kendini yerden yere atti, babasi çemberi yarmak istedi polislerin üstüne yürüdü, polisler onu tutup karakola götürdü…
Cennetbayır kuruldu kurulalı böyle korkunç bir olay yaşanmamıştı. İnsanlar şaşkın, olan bitene bir anlam vermeye çalışıyordu. Kahvede toplanan ahali yavaş yavaş kalabaliklaşmaya başladi. Rüyanin babasi da oradaydi. Her agizdan bir ses çikiyordu. Birilerinin “Cem, Alevi’ydi” dedigini duydu, Rüya. “Pis yobazlar, harcadilar çocugu…” Büyük bir ugultu koptu, sesler yükseldi. “Cem’in istedigi kizi vermiyorlardi” diye atildi simitçi Osman, “bana kizi evinden kaçiracagini söylediydi” “Ne kizi koçum, uyuşturucu meselesi” diye sözünü kesti mahallenin kumarbazi Mazhar, “mal satmiş, parasini alamamiş, patronunun ona kötülük etmesinden çekiniyormuş. Geçen gece benden borç istediydi de vermediydim, hay boyum devrileydi üzerimdekini sataydim da vereydim o boktan parayi..” Sesler birbirine karişti.
Cem, işsizdi… Cem, devrimciydi… Cem mafyaya bulaşmişti… Cem, ajandi… Cem’in köyden kanlisi vardi… Cem bir ara pezevenklik yapmişti… Cem yirmi iki yaşina ne de çok şey sigdirmişti. Sonunda Muhtar Mehmet Ali Efendi, “bu işi bilse bilse Hikmet Baba bilir, ona soralim” diyerek birbirine giren toplulugu güçlükle yatiştirabildi. Topluca Hikmet Baba’nin yanina vardilar. O karmaşa sirasinda Rüya da hep merak ettigi hakkinda acayip söylentiler duydugu efsunlu evi görmüş oldu. Boydan boya halilarla döşenmiş, duvarlari çikmaz kalemle yazilmiş Arapça sözlerle baştan aşagi doldurulmuş, tavanindan içinde degişik renkteki taşlarla bezeli avizelerinin sallandigi bu kasvetli mabetten gece kabuslarina mekan olacak kadar etkilendi. Hikmet Baba’ysa on iki karisindan en gencinin ayaklarini yikadigi hikmetli suyun içinde yüzüklerle dolu parmaklarini gezdirerek şöyle buyurdu. “Bogazin üçüncü incisi Süleyman Demirel köprüsünün ayaklari dibinde güzelim bir manzaranin karşisina ve yemyeşil bir ormanin içine kurulan Cennetbayir bugüne kadar çevre semtlerin hep imrendigi, kiskandigi bir yer olmuştur. Bu olay kiskançligin çatlamasi, üzerimizdeki lanetin ve gözün kalktigi anlamina gelmektedir. Allah, bizi daha büyük belalardan sakinmiştir, şükürler olsun. Halkimizi galeyana sürüklemesi için kendi arkadaşlarinca vurulan kafir ve komonist kulu Cem’i aramizdan alarak bizleri feraha erdirmiştir. Bugün Cennetbayirli müminler bu minafik oyununa gelmemelidir, Allah’in bizi büyük bir imtihana tabi tuttugu şu sirada ona isyan edenler şüphesiz cehennemle cezalandirilacaktir”
Bu konuşmanin duyulmasi üzerine kimilerinin içine su serpilmiş, birçoklarinin içineyse od düşmüştü. Rüyalarin evi de Hikmet Baba’ya lanet okunan o yerlerden biriydi. Holy Televizyon Şirketi’nin devasa gökdelenlerinin birinde temizlik işçisi olarak çalişan Rüya’nin babasi Cem’in devrimci bir genç oldugunu düşünüyordu. Hikmet Baba gibilerin pususuna düşmüş yazik olmuştu…
Ertesi gün Rüya babasının annesiyle tartıştığını duydu. “Ne işin var, bey” diyordu annesi. “Sesimizi yükseltmemiz lazım gelir” diyordu babası. Bir yürüyüş tertip edilmişti. Babası Holy Tv’ye de haber vermişti. Rüya gelmekte ısrar edince babası onu da yanına aldı. Yüzlerce kişi, en önde Cem’in anasıyla babası, başlarına, Rüya’nın ne için olduğunu bilmediği kırmızı bir bant bağlamış, yürüyordu. En önde “devrimciler ölür, devrimler sürer” diye koca bir pankart açılmıştı. Az sonra Holy Tv çekime başladı. Sesler, feryatlar, figanlar yükseldi sokağı dolduran kalabalıktan. Cem’in anası kendini yerlere attı, babası Hikmet Baba’ya küfürler savurdu, Rüya’nın babası da kameraya olayla ilgili açıklamalarda bulundu, uzun uzun konuştu, sonra polis geldi, coplar savruldu, göz yaşartıcı bomba atıldı, panzer kalabalığa su sıktı, insanlar kaçıştı…
Akşam bütün aile holo-tv lerinin önüne kurulmuş, sabah yaşadiklarini evin içine taşimaya hazirlaniyordu. Spiker, hemen karşi koltukta oturuyor onlarla konuşuyor gibiydi. Yeni üçüncü boyut taşiyicilari ve koku püskürtücüleri sayesinde artik görüntülere dokunmak dişinda her türlü duyuyu hissetmek mümkündü. Sinirleri geren bir deodorant kokusu henüz burunlarina ulaşmişti ki kadin onlara dönerek haberi okudu. “Istanbul’un Cennetbayir mahallesinde çikan olaylar güvenlik kuvvetlerince kisa zamanda bastirildi…” Görüntüler akmaya başlamişti. Yüzlerce insan evin içine dolmuş, toz duman içinde kaçişiyor, bagrişmalar polis sirenlerine karişiyordu. Kirmizi bantlardan, pankarttan ve basina verilen uzun röportajlardansa eser yoktu. Spiker tekrar evdekilere döndü: “Şimdi olayla ilgili bilgi almak için Istanbul Emniyet Müdürü’ne baglaniyoruz, buyurun efendim:” Üniformalari içinde, kocaman terli bir surat belirdi. “Efendim, malum hadise geçen gün oynanan Sivasspor-Erzurumspor maçinda çikan olaylarin sokaga taşmasi nedeniyle meydana gelmiştir. Maç sonrasi çikan bir tartişmanin ardindan Cem Türker adli bir gencimiz evine dönerken maalesef vurularak hayatini kaybetmiştir. Cinayetle ilgili ekiplerimizin tahkikatlari ve soruşturmalari devam etmektedir. Olaylarin ardindan Cennetbayir semtinde yaşayan Sivasli ve Erzurumlu vatandaşlarimiz arasinda vuku bulan gerginlikse güvenlik kuvvetlerimiz tarafindan kisa zamanda bastirilmiştir.”
Rüya yüzünü, holo-tv önünde kaskatı kalmış boş gözlerle bakan babasına döndüğünde, onun sinirden kıpkırmızı kesildiğini görmüştü. Öfke çok geçmeden nefrete dönüşecekti. Sabaha karşı babasının işten çıkarıldığı haberi geldi. Ekonomik kriz dolayısıyla maaşları ödemekte güçlük çektiğini belirten Holy Tv A.Ş işten çıkarma tebligatının ekinde üzüntülerini dile getiriyordu. O gün evde, kimsenin ağzını bıçak açmadı.
Diğer taraftan mahalleli, holo-tv’de yayınlanan görüntülerin hemen ardından Cem’in evine gitmiş, o gün böyle bir maç olup olmadığını soruşturmuştu. Annesinin dediğine göre gerçekten de Cem o gün Sivasspor’un maçına gitmişti. Zavallı kadın bunu anlattıktan sonra, “oğlumun hiç düşmanı yoktu, kimseye kötülüğü dokunmamıştı” diye hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Bu açıklamaları takip eden günlerde tüm gazetelerde maç sonrası çıkan olaylar ve Cem’in vurulmasına dair haberler boy boy yer doldurunca mahalle halkı da cinayeti maça yormuş, yazık oldu diye iç geçirip gönül devirmişti. Cem’in annesiyle babası da fanatiklere bela okumuş, bir süre sonra da medya devi Aydoğan holdingin başlattığı “Spor bu savaş değil, sağlık bul ölüm değil” başlıklı kampanya için holo-tv lerde sık sık boy gösterir olmuştu…
Rüya ise olan biten karşisinda bir hayli sarsilmiş görünüyordu. Kafasi allak bullakti. “Yaşadigim şu dünya gerçek olamayacak kadar saçma bir yer” diye geçiriyordu içinden. Babasinin yanildigini düşünüyordu, bu iş sagcilarin işine benzemiyordu. Holo-tv başli başina bir illüzyondu, televizyon durmadan yalan söylüyordu, Hikmet Baba’ninsa cani cehennemeydi. Rüya’nin gözlerinin önünden kar maskesinin ardindaki gözler bir türlü gitmiyordu. Katil kesinlikle profesyonel biriydi, tek kurşunla Cem’i hem de o kadar uzaktan tam alninin ortasindan vurmuştu. Hem ambulans ve polis ne de çabuk gelmişti öyle.. “Ah,” diye sayikladi Rüya “bu işte bir iş var.”
Bir gün ablasına “Cinayetin kontr-gerilla işi olduğunu düşünüyorum” dedi. “Devletin mutlaka parmağı olmalı.” “Çok polisiye roman okuyorsun” dedi ablası. “O abuk sabuk kitaplar zihnini bulandırıyor.” “Aman sen ne anlarsın ki sosyete güzeli, bir gün senin de başına devlet kuşu konar ama o zaman iş işten çoktan geçmiş olur” diye tersledi Rüya. “Anarşist kesildin başımıza” diye bağırdı ablası ve odanın kapısını hızla çarparak çıktı. Gerçekten de Rüya o zamanlar elinden düşürmediği kitaplarda, devletin otoritesini sağlamlaştırmak, insanları sindirmek ve hegemonya kurmak için böyle yöntemlere sık sık başvurduğunu okuyordu. Suçu kendisi yaratıp sonra da sözüm ona güvenliği sağlıyorlardı. Cem’in vurulmasının ardından mahallede hiç tanımadığı bir sürü acayip insan türediğini, her gün farklı bir kanalın türlü sebeplerden çekim yapar olduğunu ve halkın huzuru için devletin Cennetbayır’ın girişine yeni bir karakol kurduğunu hatırladı şaşkınlıkla. Kontr-gerilla, şirketlerin ve medyanın güdümünde çalışıyor olmalıydı. Histerik bir arzuyla dilediği sırada gelip dilediğinin canını alıyor, dilediğini meşhur edip dilediğini işsiz bırakıyordu…
Rüya, ürettiği türlü komplo senaryoları arasında sıra ne zaman bana gelecek kaygısıyla iyiden iyiye paranoyaya sürüklene dursun, mahalle halkı cinayetin korkunçluğunu çarçabuk unuttu. Basının ve devletin mahalleye olan ilgisi mahallelinin yüzünü güldürmüştü. Artık ülkenin her yerinden insanlar Cennetbayır’ı biliyor, Cennetbayır hakkında konuşuyordu. Hologramlarının girmediği ev kalmayan Cem’in annesiyle babası sık sık çıktıkları tartışma programlarında futbol fanatizmini eleştirirken laf arasında Cennetbayır’ın sorunlarından da bahsediyordu. Bir keresinde izlenme oranı oldukça yüksek olan “Halkın Adaleti” adlı program Cennetbayır’da Cem’in ailesinin yaşadığı dramı konu edinmişti. Ülkenin en yetenekli oyuncularının Cem’in kısa ama acılarla dolu hayat hikayesini, küçük yaşta nasıl da kardeşsiz kaldığını, aşkına nasıl da karşılık bulamadığını, beş parasız kalan ailesini geçindirmek için nasıl hamallık yapıp ciklet sattığını tekrar tekrar canlandırırken, izleyenler de göz yaşlarına boğulmuştu. O programı izleyen günlerde maçlarda küfür ederken görülenler, halkın adaleti tarafından linç girişimiyle karşı karşıya kaldığından maçlarda savrulan küfür ve hakaret oranında gözle görülür bir düşüş meydana gelmişti. Yakında çekimleri Cennetbayır’da yapılacak yeni diziyse halkın memnuniyetini iyiden iyiye artırmıştı. Cem ölmüştü gerçi ama mahalleyi de ihya etmişti.
Böylece aradan uzun zaman geçti, yıllar yılları kovaladı, Cennetbayır eski cennet gibi günlerini kıskandıracak güzellikte, modern, her türlü yeniliğin ilk kez denendiği bir semte dönüştü. Mahallede değişim rüzgarları o kadar şiddetle esiyordu ki meydanın ortasında yükselen dökme demirden koskoca Cem Türker heykelinin bile arada sırada sallandığını görenler oluyordu…
Rüya’nın ablası Hülya bu değişimden en çok nasibini alanların başını çekiyordu. Holo-tv izleyip ünlülere özeniyor, tv ne dese ona göre hareket ediyor, görüntüsünü ve giysilerini ona göre belirliyordu. Haftada bir mahallede yeni açılan suni güzelleştirme merkezine gidiyor, holo-tv’de gördüğü ünlülerin o haftaki saç modeline göre saçlarını boyatıyor, moda olan ten rengine göre derisini koyultuyordu. Gecekondu semtlerinde son dönemde pıtrak gibi çoğalan bu suni güzellik merkezleri, DNA oynaması yapılan ve bire bir sonuç veren sosyetik güzellik merkezleri kadar olmasa da aslına oldukça yakın değişimlere imkan sağlıyordu. Ama bir kere vücutla oynandı mı haftasonuna doğru sarkan deri ve kırlaşan saçları düzeltmek için tekrar tekrar gitmek gerekiyordu. Merkez yetkilileri yüksek düzeyde radyasyon kullandıkları yönünde gelen suçlamaları yalanlıyor, sadece kremler ve boyalarla herkesi yeniden yaratabileceklerini tekrarlıyorlardı. “Özenti” diye başlıyordu Rüya söylenmeye, “mahvettin vücudunu o iğrenç yağlarla, maymuna döndün.” “Seni kıllı kız kurusu” diye tv’de gördüğü kadınlar gibi yüksek sesle kahkahalar savuruyordu Hülya. Sonra da Rüya’ya arkasını dönerek vücuduna yapışan taklit pantolonun özellikle büyütülmüş markasının üzerine eliyle vura vura “modayı takip etmediğin için neleri kaçırdığını bir bilsen” diye manalı manalı iç geçiriyordu.
Rüya’nın babası bir daha iş bulamamıştı. Sabahtan akşama kadar holo-tv önünde oturuyor dizileri, reality şovları ve siyasi tartışmaları izliyordu. Eskiden iş çıkışı her akşam uğradığı kahveye bile pek seyrek gider olmuştu. Göbeği büyümüş, göbeğiyle ters orantılı olarak algısı ve ilgisi azalmıştı. Rüya’yla da Hülya’yla da su ve yiyecek bir şeyler istemek dışında günlerdir konuşmuyor, koltuğunda kendinden geçmiş bir halde sayıklıyordu. Sadece annesine dönerek “gel hanım, ‘Raslantı ve Ölüm’ü kaçıracaksın” derken babasının gözlerinin içinin heyecanla parladığına tanık oluyordu, Rüya. Adamın içi, programın jenerik müziğini duymasıyla beraber adeta yeniden yaşam enerjisiyle doluyordu sanki. Raslantı ve Ölüm, son dönemlerin en popüler gözetleme programıydı. Program için şehrin hemen her köşesine, meydanlara, caddelere, sokak aralarından en kuytu mekanlara kadar binlerce kamera gizlenmişti. Kameralar her şeyi an be an kayda alıyordu. Bir kişinin yaptığı çok küçük bir hareketin zincirleme bir reaksiyona dönüşüp hiç tanımadığı bir başkasının ölümüne nasıl da yol açtığı programda gözler önüne seriliyordu. Babasının zorlamasıyla izlediği programların birinde, karşıdan karşıya geçmek için trafiği durdurma butonuna basan bir adamı izlemiş; aynı yol üzerinde ışıkların bir kilometre kadar gerisinde son hız ilerlerken önündeki arabaların yavaşlaması sonucu fren yapıp kırk üç saniye kaybeden ambulansın canhıraş sirenlerini işitmiş; aracın içindeki bir kalp hastasının hastaneye varmasına otuz iki saniye kala nasıl can verdiğini dehşet içinde duymuştu. O programdan hemen sonra, bir süreliğine kimse trafiği durdurma butonuna basamamış, o yüzden de on yedi kişi karşıdan karşıya geçerken ölmüştü. Hatta program bu yüzden bir süreliğine yasaklanmıştı da. Ama çok geçmeden “yoğun istek üzerine” denerek yeniden yayına başlamıştı…

İçinde yaşadığı ama gerçek olduğuna bir türlü inanmak istemediği bu dünya karşısında, Rüya her geçen gün kendisini biraz daha yalnız hissediyordu. Güzellik merkezi ile duyusal sinemadan ibaret bir dünya içine sıkışmış kalmış ablası, holo-tv önüne kazık çakan babası ve sağlıklı yaşam kursuyla Feng Şui seansları arasında mekik dokuyan annesi onun için çoktan birer yabancıya dönüşmüşlerdi. Bu zaman zarfında ailesindeki insanların görünüşleri o kadar değişmişti ki, Rüya, bir keresinde güzellik merkezinden eve dönerken sokakta rastladığı Hülya’yı tanıyamamış, bir ruh gibi önünden geçip gitmişti. Eskiden olsa çok üzücü gelecek bu durumu önemsememişti bile. Herhalde artık Hülya’nın gerçek ablası olduğuna dahi inanmadığından olsa gerekti…
Her şey sahteydi bu dünyada, sahte yüzler, sahte yaşamlar, sahte haberlerle çevrelenmişti, kapana kisilmiş oldugunu duyumsuyordu… Sokakta, holo-tv’den kopyalanmaya çalişilmiş oldugu her halinden belli kusurlu görüntüler dört bir yanindan akarken, Rüya her gün holo-tv’de akan görüntülerin hangi gerçeklikten kopya edildiginin peşinde, nafile çirpiniyordu.
Yalnızdı, bazen bu yalnızlık ve tecrit edilmişlik hissi varlığını o denli tehdit ediyordu ki, kendi kendisini “ben bu dünyaya ait miyim?” sorusuyla baş başa buluyordu. Sonunda bir gün derdine derman olacak bir şey oldu, mahalleye sorusuna cevap bulunacak son teknoloji ürünü bilgisayarla donanmış bir sanal kahve açıldı. Ait olmadığı dünyadan uzaklaşabileceği yepyeni bir dünyanın kapısı. Daha ilk günden çocuklar o kapının önünde, son moda sanal gerçeklik oyunlarını oynamak için uzun kuyruklar oluşturdular. Kuyruktaki saatler süren bekleyişi sırasında Rüya, içinde bir yerlerde hala yok olmamış bir umut parçasıyla ayakta durdu. “Birileri olmalı mutlaka, benim gibi birileri, bana yalnızlığımı unutturacak birileri olmalı şu koskoca dünyada.”
Konsolun önüne oturduğunda belki aylardır hissetmediği bir heyecan kapladı içini. Ellerine silikon eldivenleri geçirdi, gözüne sanal gerçeklik gözlüklerini taktı ve ağa girdi. Çevresindeki çocuklar bir bir kaybolurken hemen karşısında bir adam beliriyordu. Önce belli belirsiz, sonra berrak bir görüntü, hani su yüzünde beliren bir yansıma gibi, dokunsa dağılacaktı. “Ne tür bir bilgiye ulaşmak istiyorsun kullanıcı.” Rüya, zihninin derinliklerinde uzun süre saklı kalmış bir sözcüğü istençdışı mırıldandı: “Cinayet!” Bir anda yüzlerce kanlı bedene ait ceset aktı gözlerinin önünden, sonra boğularak öldürenler, asılarak öldürülenler, elektrikli sandalyede öldürülenlerin görüntüleriyle karşılaştı dehşet içinde, yakılarak öldürülenlere sıra geldiğinde “Dur, kes şunu!” diye haykırdı Rüya. Bilgi arama programı ona dönerek yeni bir komut vermesi için bekledi. “Cennetbayır’da Cem Türker cinayeti hakkındaki bilgileri araştır” diye buyurdu. Birkaç milisaniye ardından Emniyet Müdürlüğü arşivinde buldu kendisini, yüksek sesle bilgi okunmaya başladı: “Cem Türker cinayeti. 20 Temmuz 2019, Cennetbayır. Sivasspor – Erzurumspor maçı sonrası çıkan olaylar sonrası başlayan tartışmada…” “Dur” diye kesti Rüya, “bana olaya şahit olmuş birilerini bul” dedi. Tartışma ve sohbet odalarında dolaştı, nice insanla konuştu, olay hakkında tartıştı. Kimisi gazeteden okumuş, kimisi holo-tv’den takip etmişti olan bitenleri. Bizzat gördüğünü iddia eden çoğu kişiyse hatırlamakta güçlük çekiyordu nedense. Aradığı şeyi bulamadı. O gün bir hayli yorgun eve döndü Rüya. Ondan sonraki günlerde ve ondan sonraki günlerde de. Evde kimsenin onunla ilgilendiği yoktu artık. O da ne annesiyle, ne babasıyla ne de ablasıyla konuşmuyordu ne zamandır. Buna karşın Rüya’nın dünyanın dört bir yanından yüzlerce arkadaşı olmuştu. Çoğunu çok tanımasa da konuşabileceği insanlardı işte, bir şekilde Cem’i duymuş, Cennetbayır’ı bilen ama harita üzerinde gösteremeyen yüzlerce insan. O insanlardan dünya hakkında bir dolu şey öğrenmişti. Farklı görüşlerin tartışıldığı forumlarda ideolojiler, tarih, siyaset, bilim ve sanat hakkında o güne dek hiç duymadığı kavramları işitmişti. Bir keresinde, uzun bir aradan sonra konuştuğu ablasına, tanıştığı bu yüzlerce değişik insandan söz etmiş, Hülya’da hemen ertesi günü onunla beraber sanal kahve’deki yerini almıştı.
Çocuklar ve genç kızlar dışında, koca koca adamlar da dadanmaya başladı sanal kahveye sonraları. Hatta bir gün, aylardır evden çıkmayan babası gelip oturmuştu elektronik konsolların önüne. Sanal kahve günden güne büyüyordu. Kapasitesi, kullanıcı sayısı, bağlantı genişliği aynı anda bütün mahalleliye hizmet verebilecek kadar büyütüldü. Rüya, neden sonra, Hülya da mahalledeki birçok genç kız gibi internet’te görüp aşık olduğu ünlü bir aktöre kaçtığı zaman olan biteni anlamıştı. Olay üzerine evde gürültülü kavgalar yaşanmış, annesi bu tartışmaların birinde babasına, kızı gibi kendisini de ihmal ettiğini haykırmış, aylardır koca yüzü görmediğini ağzından kaçırmıştı. O gün Rüya, utancından yerin dibine geçmişti. Odasından kulak misafiri olduğu bu tartışmadan anladığı kadarıyla sanal kahveye sık sık giden babası, onaltılık delikanlılar gibi porno sayfalarındaki fahişelerle sanal seks yapıyordu. “Senden boşanırdım” diyordu annesi “ama şu kızına dua et sen.” “Bir daha o kahveye adımını attığını görürsem seni içeri almam haberin olsun…”
Rüya’nın babası ancak birkaç gün dayanabildi. Sonra da çekip gitti, bir daha eve dönmedi. Bir zaman sonra adamın şehrin öte yakasında bir sanal kahvede yirmidört saat boyunca sıvı almadan ağa bağlı kaldığı için öldüğü haberini duyduklarında ilgilenmeyeceklerdi bile. Zira babasının evi terk ettiği günlerde Hülya’dan bir elektronik posta almıştı Rüya. Mektubunda Hülya, aşık olduğu ünlü aktörün aslında bir animasyon objesi olduğunu anlatıyordu. Daha sonra o maskenin ardındaki kişiyle tanışmıştı. Buraya kadarki hikaye kızları veya oğulları evi terk eden birçok aile için çok sıradandı aslında. Birçok kişi internette birbirlerini cezbetmek için farklı bir yüz kullanıyorlardı artık. Lakin Hülya’nın aşık olduğu aktörün yüzünü kullanan kişi bir kadındı ve Hülya’dan erkek olmasını istemişti. “Onu o kadar çok seviyordum ki….” diye devam ediyordu mektup. Annesi devamını okuyamamıştı. Bir zaman sonra şok geçiren kadının Hikmet Baba’nın evindeki zikir ayinlerine katıldığının haberini alacaktı Rüya üzüntüyle.
O günlerde kendisini iyiden iyiye sanal aleme verdi. Sanal kahveden çıkmaz oldu. Günler haftaları kovaladı. Haftalar ayları. Rüyalarında sanal dünyada gezerken gördü kendini, sanal dünyadayken de rüya gördüğünü zannetti pek çok kez Kapana kısıldığı şu dünyada bir çıkış yolu bulma arzusuyla bağlandığı ağın karanlık sokaklarında, kaybolduğunu hissettiği, umutlarının tükendiği bir sırada yere atılmış bir kağıt parçası gördü bir sanal çöp kutusunun yanında. Aramayla bulunamayacak, ancak tesadüfen karşılaşılabilecek bilgi çöplüğünün artıkları arasında bir kağıt. Üzerinde büyük harflerle “SİSTEM KUSURSUZ DEĞİLDİR” yazıyordu. Okudu: “Bu bildiri, sistemin tüm denetleme ve yok etme çabalarına rağmen eğer sana ulaşabilmişse bu, sistemin kusursuz olmadığını göstermektedir. Sistem yanlıştır, doğduğu günden bugüne hiç değişmemiştir. Çevrende dönüp duran şu sahte dünyaya bir bak, sistemin ürettiği her şey ne kadar saçma, her şey ne kadar da karanlık ve anlaşılmaz öyle değil mi? Bizler işte bu karanlığın içinde yaşayan fareleriz. Bizler, gerçeği diğerlerinden farklı görenleriz. Sistemi deşifre edip senin gibileri uyandıranlarız. Sistemin sınırları dışındadır bizim anarşi evimiz, burada sistemin sözü geçmez. Sen de şahit olacaksın gerçeğe. – SİSTEM HATASI -”
Günlerce bu mesajı düşündü Rüya, onunla yatıp onunla kalktı. İnternet’te karşılaştığı herkese “Sistem Hatası” diye bir grubu bilip bilmediklerini sordu lakin cevap alamadı ve bu sözler zihninin arka sokaklarına doğru itildi.
Bir gün yine dalgın dalgın sanal kahve’ye girmiş sanal gerçeklik gözlüklerini kafasına geçirmişti. O oturmadan önce konsoldan kalkan çocuğun savaş oyunu akıyordu gözlerinin önünde. Silahlı bir adamın gözlerinden gördüğü bir mahallenin arka sokaklarında dolaşıyordu… Çıkmak için davrandı. “Onu vurdun be helal olsun” diye haykırdı yan masada oturan çocuk oyundan çıktığını fark etmediği arkadaşına. “Haydi oradan uzaklaş. Haydi be ne duruyorsun, koşsana” Yere boylu boyunca uzanmış genç bir adama doğru koşan mavi gözlü kızıl saçlı bir kızla göz göze geldi bir süreliğine, Rüya. İki üç saniyelik bu görüntü kanını dondurmaya yetti. Ardından ortam değişti ve hiçbir bilinçli hareket yapmamasına rağmen aniden internete geçti. Simsiyah giysiler içinde, kıvırcık uzun saçlı bir görüntüyle karşılaştı: “Ben Mithat” dedi görüntü. “Çok fazla zamanım yok. Az önce bir sistem hatasına şahit oldun. Şimdi beni iyi dinle. Buradan hemen uzaklaşmalısın, ağa her gün başka yerlerden bağlanmalısın. Seni takip ediyorlar.” “Kim takip ediyor” diye atıldı Rüya. “Kullanıcı” dedi Mithat. “Kullanıcı da ne demek, hem sen de kimsin?” “Beni boşver şimdi” diye sözünü kesti Mithat, “Pinokyo’yu okumuş muydun?” “Evet, tabii ki, hep insan olmaya özenen, insanlar gibi üzülmek, acı çekmek ve aşık olmak isteyen zavallı bir kukladır pinokyo” dedi Rüya. “Peki neden pinokyo aslında her şeyi bir insan gibi yapabildiği ve ölümsüz olduğu halde ölümlü bir insan olmak istemektedir hiç düşündün mü?” “Hayır” dedi Rüya. “Çünkü bu öykü gerçek değil sadece senin ve diğer insanların aslında kendilerinin birer pinokyo olduklarını anlamamaları için uydurulan türlü hikayelerden biri” dedi Mithat “Ne demek istiyorsun?” diye sordu Rüya şaşkınlıkla. “Yaşadıklarını düşün, bu dünya, bunca saçmalık, her şey sana da sahte, uçucu, elle tutulmaz gelmiyor muydu, böyle bir dünya gerçek olamayacak kadar absürd değil mi sence?” “Haklısın” dedi Rüya dalgın dalgın. “Bunları iyice düşün ve dediğim gibi buradan uzaklaş, seninle tekrar görüşeceğiz, o zamana kadar şu şifre kırıcı yazılımı sana aktarıyorum.” Mithat’ın görüntüsü göz açıp kapayıncaya kadar yok olup gitti. O anda Rüya’nın başına öylesi büyük bir sancı saplandı ki sanal gerçeklik gözlüğünü çıkarıp atıverdi. Gözlerini açtığında koltuklarında oturan transa geçmiş yüzlerce bedenin görüntüsünün iki milisaniye boyunca titreştiğini görecekti.
Koşarak oradan uzaklaşti. O günden sonra eve dönmedi. Bir daha hiçbir sanal kahveye gitmemeye de söz verdi kendi kendine. Sokaklarda yatti, çöplüklerde bulduklariyla karnini doyurdu. Uzun süre yemek bulamadigi bir haftanin sonunda aslinda hiç acikmadigini fark etti. Soguk bir gece, kaldirim kenarinda uyuklamaya çalişirken de geceleri üşümedigini ve yine ayni gece hiç uykusunun gelmedigini ögrendi. Ilerleyen günlerde uyumadigi halde rüyalar görmeye başladi. Yürürken gördügü rüyalarinda sik sik Mithat’la beraber oluyordu. Onunla dolaşiyor, onunla bakişiyor ama bir türlü konuşamiyordu. Ona karşi bir aşk yeşermişti içinde. Seviyordu, nasil bir sevgi denirse işte buna öyle anlatilmaz, tanimlanamaz bir sevgiyle. Böylece de ne kadar oldugunu bilmedigi bir süre sokaklarda dolaşti. Günler geçtikçe çevresindeki insanlar ve yapilar silikleşiyordu. Duvarlar, arabalar, canlilar, hepsi hizla yanip sönen görüntüler gibi geçirgenleşmişti. Hayat dayanilmaz bir hal almişti. Hemen hemen hiçbir şeyi seçemiyor, hiçbir görüntüye, hiçbir nesneye odaklanamiyordu. Gözünü açsa da kapasa da bu saçmaliktan kurtulamiyordu.
Son çare olarak tekrar bir sanal kahveye girmeye karar verdi, belki gerçekliği tekrar orada bulurum ümidiyle. Sanal gerçeklik gözlüklerini taktığında elleri titriyordu. Gözlükleri kafasına yerleştirir yerleştirmez Mithat’la karşılaştı. Çok net bir görüntüydü karşısındaki. . Ama tam ağzını açıyordu ki Mithat’ı askeri giyimli iki kişi kollarından tutarak götürdüler. Sonra dev bir yazı belirdi ekranda. “Uluslararası arası bir terörist daha yakalandı! Terörizmle mücadele devam edecek.!” Korkuyla gözlükleri çıkardı Rüya, tam kafenin kapısına varmıştı ki, yine askeri giyimli iki kişi onu da kollarından tutarak karga tulumba bir araca bindirdiler. “Gel bakalım” diyordu iri olanı, “Kullanıcı seninle görüşmek istiyor.”
Garip bir araçla hiç bilmediği görmediği yerlerden geçtikten sonra, yerin oldukça altında içinde hiçbir şeyin bulunmadığı karanlık bir hücreye kapatıldı. “Kullanıcı birazdan seni kabul edecek” diye buyurdu askeri üniformalı adamlardan biri ve çekip gitti. Biraz sonra kulağını sağır eden bir ses işitti. “Merhaba Rüya, görüştüğümüze sevindim” diye yankılanıyordu ses karanlık odanın içinde. Bir iki tıkırtı duydu. Ses ikinci defa konuşmaya başladığında tonu değişmiş, yumuşamıştı. “Ses yüksekliği ayarlamasını yapmayı unuttuğum için kusura bakma” diyerek kısa bir kahkaha savurdu ses. “Şimdi söyle bakalım, benim kim olduğumu biliyor musun?” “Sen Kullancı olmalısın” dedi Rüya. “Ama neyin nesi olduğun hakkında en ufak bir fikrim bile yok.” “Doğru bildin ben O’yum” dedi Kullanıcı. “Yaşadığın dünya hakkında ne düşünüyorsun Rüya? Heyecan verici bir yer mi sence yoksa sıkıcı mı ne dersin?” “Bir cehennemden farksız” dedi Rüya. “Güzel, öyleyse amacıma ulaştım sanırım, yazdığım senaryonun sonuna geldik, her şeyi tamamlamak da sana düşüyor” “Ne senaryosu” diye sordu Rüya. “Ödevim için hazırladığım simülasyonun senaryosu” dedi Kullanıcı. “Bilgisayarımda yarattığım yaratıkların nasıl söylesem, sizin algıladığınız güneş yılıyla açıklamak gerekirse, iki milyon yıl boyunca geçirdiği evrim senaryosunun sonuna geldik.” Bu sırada Rüya şaşkın şaşkın sesin kaynağını araştırmaya çalışıyordu. “Beni göremezsin” dedi Kullanıcı, “boşuna bakınma, biz farklı boyutlardayız, sen benim bilgisayarımın içindeki bir yapay zekasın bense gerçeğim, beni göremezsin” “Sen Allah mısın?” diye sordu Rüya ansızın. “Kimileri bana öyle de der” dedi Kullanıcı sakin bir sesle. “Şüphesiz ben her şeyi görür, her şeyi bilirim, hatırladın mı?” “Hımm”, diye mırıldandı Rüya, “sanırım hatırladım, hepimiz senin tarafından programlanan kuklalarız demek” “Zihnin çok hızlı işliyor” diye gururla haykırdı Kullanıcı “sen yarattığım yapay zekalar içinde en hızlısı ve en kusursuzusun.” “Şimdi bitirme tezime geri dönelim” dedi Kullanıcı. “Olimpos Üniversitesi pozitronik simülasyon bölümü son sınıftayım, ödevim tamamen matematik hesaplamalar yoluyla bir seferde bir dünya yaratıp sonra hiç müdahale etmeden içindeki yapay zekalar aracılığıyla karşılaştırmalı sosyoloji kuramı araştırmaları için istatistiki bilgi toplamaktı” “Eh hiç müdahale etmediğin söylenemez” dedi Rüya. “Öyle oldu maalesef” dedi Kullanıcı. “Senden önce de gerçek olmadıklarını fark edenler oldu şüphesiz. Bunlar sanal gerçeklik içinde sapmalara yol açtı. Müdahale etmek zorunda kaldım ve onlarla işbirliği yaptım. Susmaları karşılığında onlara bir düzine mucize ve sanal dünyanın ebedi krallığını vaad ettim.” “Peygamberlerin hiçbirine inanmamıştım zaten” diye içinden geçirdi bu sırada Rüya. “Zeki kız” diye şen bir kahkaha daha attı Kullanıcı. “Ama modern filozoflara ve bilimadamlarına bir süreliğine de olsa kanmıştın değil mi?” Rüya Kullanıcı’nın sesini, “Benim zamanımdaki dünya o kadar saçma ve o kadar sahteydi ki” diyerek böldü , “bazılarıyla anlaşamamışsın sanırım.” “Yapay zeka yeni yapay zekalar üretmeye başladığı, insanlar kodladığım DNA’yı çözüp değiştirdiği ve kurduğum sanal gerçeklik içinde internet adlı başka bir sanal gerçeklik oluştuğunda, simülatif yapı iyice karmaşıklaştı ve dengesizleşti” dedi Kullanıcı. “Yaşadığın dünyadaki çelişkiler o yüzden o kadar çoktu. Geldiğin dünya o yüzden sana gerçek olamayacak kadar sahte geliyordu. Senin gibi yüzlercesinin bunu onaylaması, dünyanın bir simülasyon, bir kurmaca olduğu fikrine inanmasıysa senaryomu allak bullak etti.” “Benden istediğin nedir?” diye sordu Rüya, kayıtsızca “Eğer bana da bu boktan dünyanın krallığını vaat edeceksen, hiç umurumda değil, haberin olsun” diye ekledi. “Haberim var elbette” dedi ses. “Sen Mehdi olacaksın. Sanal kardeşlerine gidip onları Tanrı’nın krallığına çağıracaksın son kez. Bunu ancak senin gibi biri yapabilir, yani benim, Kullanıcının farkında olan biri. Gerisini ben halledeceğim ve bilgisayarım çökmeden ödevi tamamlayıp teslim edeceğim. Seni de başka bir bilgisayara kopyalayıp, bizim evrensel ağlarımızdan birinde yaşamını sağlayacağım. Anıların kayıtlı olacak, acıyı, öfkeyi, nefreti, sevinci, üzüntüyü hissetmeye devam edeceksin kuşkusuz; susamayı ve acıkmayı, yemeklerden tat almayı da sürdüreceksin merak etme” “Peki ya…” diye başlayacak oldu Rüya, sonra birden duraksadı çevresindeki karanlığın bir andan daha kısa bir süre için titreştiğini hissetti ve milisaniyelerle ölçülebilecek bir süre için Mithat’ın yüzü belirdi gözlerinin önünde. Sonunda ağzından şu cümle dökülüverdi. “Hey, Kullanıcı, peki ya senin pinokyo olmadığın ne malum?”
Karanlık oda yoğun bir titreşim dalgası ve şiddetli bir sarsıntıyla beraber yok olduğunda Rüya, kendisini hiç bilmediği bir şehrin hiç bilmediği bir caddesinde sesten hızlı, uçarcasına yol alan bir otobüsün içinde buluverdi…

Yakın Gelecekten Masallar” üzerine 4 yorum

  1. güzel bir bilimkurgu.Jules Verne Bilimkurgu Öykü Yarışmasında ikincilik ödülü alması haksızlık olmuş bence..bir okuyucu yorumu olarak,birincilik ödülü alan öykülerden cok daha güzel kurgulanmış bir öykü olmuş bence. yalnız “duyusal sinema” kavramı bana “cesur yeni dünya” yı çağrıştırdı biraz.tesadüfte olabilir belki ama kavram birebir aynı gibi geldi bana..öykülerinizdeki başarılarınızın devamını dilerim..

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s