Bir buluşma yeridir Eminönü gündüzleri. İki yakanın insanlarının birbirine kavuştuğu, milyonların sel olup denize aktığı bir nehirdir sanki. Balıkçıların, seyyar satıcıların, tezgahtarların ve güvercinlerin birbirine karışan seslerinin denizden esen rüzgarla ta uzaklara taşındığı ve o sesleri duyup da bir cümbüşün, bir karmaşanın içine yanaşan vapurlardan inenlerin nice yeni başlangıçlara ilk adımı attıkları bir yerdir burası. Yazın, birbirine sürtünerek yürüyen yüz binlerce terli bedeni yakan, soyan, kavuran güneş, akşama doğru, herhalde gün içinde insanlara çektirdikleri için utandığından olsa gerek, kızarıp bozararak denizin arkasına saklanmaya yeltendiğinde ise Eminönü bir ayrılık denizine dönüşür. Esnaf dükkanına, balıkçı teknesine, genç adam sevgilisine, Anadolulu İstanbullu hemşehrisine ve en sonunda kaptan gemisine veda ettiğinde, ıssız, kurak, karanlık bir vadi olur Eminönü. Bazen bu vedalar elveda olur ya hüzünlüdür o yüzden buralar. Nice yeni başlangıçlar, nice ilk buluşmalar, nice son görüş, son dokunuşlara kapı açmıştır çünkü. Ve aralanan her kapı, denizden gece şiddetle esen rüzgarla çarpıp kapanınca, artık o hüznü paylaşacak kimse kalmamıştır sokaklarda.
Hüzünlü ve yalnız bir genç otobüse binmektedir bu vakitler. Güneşin denizi, vapurların iskeleyi ve insanların birbirlerini son kez selamlayıp terk eyledikleri bu vakit o da nicedir kendisine yaşadığını, var olduğunu hissettiren inançlarını, sevgilerini, öfkelerini, aşklarını ve nefretlerini terk eylemektedir. Ne gözünde bir damla yaş, ne o yüzündeki eski telaş, otobüsün arka sıralarına doğru yürümektedir. Eminönü’nden kalkan otobüs, gencin ve onunla beraber otobüsün koltuklarını yavaş yavaş doldurmaya başlayan onlarca insanın belki de hiç kimselerin bilmediği ve hiçbir zaman da bilmeyeceği o hüzünlü vedalarına saygılı ağır ağır karanlığa karışmaktadır…
Ağır ağır karanlığa karışan otobüste şoförün arkasındaki altıncı sırada cam kenarında oturuyor genç adam. Henüz yanı boş. Dışarıya bakıyor, karanlık sokaklara. Tek tük koşuşturan, ne yaptığını, gece nerede yatacağını bilmediği insanlar… Sonra kafasını çeviriyor. Otobüsün içinde ağır bir hava hakim, rehavet çökmüş bedenlerin üzerine. Belki günün, belki haftanın, belki ayın ve hatta yılların yorgunluğu taşınmakta bu bedenlerde. Ama aslında halsiz kalan, mecalsiz düşen, onca acının altında ezilen ruhları. Aynı otobüsün koltuklarını paylaşmak dışında hiçbir ortak paydası olmayan bu yan yana dizili bedenlere ait ruhlar, birbirlerinin acılarından bihaber ayrı evlere, ayrı kavuşmalara doğru uzanmış ve birbirlerinden uzaklaşmış yabancılar. Bunları düşünüyor…
Kendisi de onlara yabancı. Hiçbiri tanımıyor onu. Ne yaşadığını, ne hissettiğini, ne düşündüğünü bilmiyorlar. Bugün sevgilisinin onu terk ettiğini ve güzelliğini kim bilir kiminle paylaşmak üzere Eminönü’nden Kadıköy vapuruna bindiğinde arkasından bir damla göz yaşı dökmediğini otobüsün koltuklarını dolduran hiç kimse bilmiyor. Kendisi dışında kimse bilmiyor bu gerçeği. Belki de iyi bir şey bu. Kimse sorgulayamıyor onun inançlarını neden yitirdiğini, ideallerine ve aşkına nasıl ihanet ettiğini.
Otobüsteki yolcular için Çağrı diye biri yok aslında, hiç var olmadı öyle biri. Belki de yaşamı fazla inandırıcı bir rüya, birkaç görüntü, bir halüsülasyondan ibaretti yalnızca. Hiç var olmadığını düşünüyor Çağrı. Bütün o kutsal değerlere, aileye, devlete ve Allah’a karşı isyan ve başkaldırı çağrısının hiç var olmadığını düşünüyor. Polis copuna karşı üst üste giydiği iki kalın kazağının, çoraplarının içinde, iç ceplerinde kaygıyla sakladığı bildirilerin, çantasından her daim bulunan birkaç gazetenin de hiç var olmadığını.
Sonra altı yıl önce yine bir bahar günü Eminönü’ne gelişi, Kadıköy vapuruna binişi, yüzünü hafif hafif okşayan rüzgarı ve ona özgürlük yolunda eşlik eden martıları anımsıyor. Kadıköy’deki ilk yürüyüş, ilk heyecan, ilk haykırış, coplarla ilk tanış, çamura bulanmış yüzü ve her şeye rağmen ışıl ışıl parlayan gözlerinin gördükleri bir rüya olmaktan çok uzaktı o zamanlar. Şimdi kan çanağına dönmüş olmalı gözleri. Ah ne kadar azlardı, her zaman, her seferinde ne kadar da azlardı dünyada görmek istediği insanlar ve onlar, onlar ne kadar da çoktu.
Her durakta biraz daha kalabalıklaşıyor otobüs. Bir bir doluyor koltuklar. Onun yanına da bir adam oturuyor. Uzun boylu, kumral saçlarını özenle arkaya doğru taramış, gri bir ceket, gri bir gömlek, gri bir pantolon içinde gri bir adam. Hani şu tedirgin edici derecede ciddi ve tertipli insanlardan biri. Adam başını pencereye doğru çeviriyor. Bir an için göz göze geliyorlar adamla. Sonra Çağrı da çeviriyor başını pencereye doğru. Adamın kendisine baktığını duyumsuyor, üzerinde gezdirdiği bakışların ağırlığını hissediyor yanağında. “Sivil mi acaba? Hay Allah!” diyor. “Eğer yakalarsa beni, tutuklar ve işkence ederlerse sonra, boşuna olacak bu, artık var olmayan, inançsız bir adama diz çöktürmek hiç zevk vermeyecek işkencecilere.” Bunun üzerine artık hiçbir şeye, var olduğuna dahi inanmadığını anlatmak istiyor adama. Kafasını adama doğru çeviriyor ama adamın çoktan başı önüne düşmüş. Hırıltılar çıkararak uyukluyor. Otobüsteki onlarca başın önüne düştüğünü görüyor sonra Çağrı. Birden, ne zaman insanlara heyecanla ve beklentiyle bir şeyler anlatmaya kalksa, önce ağır ağır yukarı aşağı sallanan sonra da hepten önüne düşen başlarla karşılaştığını anımsıyor acıyla. Özgürlük çağrısının hiç duyulmadığını, o yüzden de hiç var olmadığını düşünüyor tekrar. Ve geriye boyun eğişler kalıyor yalnızca.
Çağrı’nın da başı düştü düşecek ama uyumak istemiyor. Eğiliyor, çantasından bir dergi çıkartıyor. Bilinçsizce karıştırıyor sayfaları. Aniden, büyük harflerle yazılmış bir başlık çarpıyor gözüne:
“BU DÜNYADAN BEZMİŞ, İNANÇLARINI YİTİRMİŞLER İÇİN ÇAĞRILARINI DUYURABİLECEKLERİ SON FIRSAT”
Bu yazıyı okuyup bize ulaşan ilk kişi tüm dünyaya sesini duyurma fırsatı bulacaktır.
“Bu dünya sana artık fazla ağır geliyor öyle değil mi? Zayıf bedenin tüm insanlığın acılarını artık kaldıramıyor sanırız. İnsanlarsa kaygısız, umarsız, varlığından habersiz onlara gösterilen yolda yürüyorlar. Oysa sen, herkes özgür olmadıkça tutsaklığa mahkumsun, biliyorsun..
Dünyayı değiştirmek istedin. Başkanların, başbakanların da bir bez parçasına sarıldığını, malın mülkün bu dünyada kaldığını gördün ve, açgözlülüğü, zulmü ve tahakkümü yeryüzünden silmek istedin. Yürüdün, haykırdın, yazdın, çizdin, ikna etmeye çalıştın. Varını yoğunu koydun ortaya. Elinde avucunda ne varsa kayıp gitti sonunda. Terk eyledi seni dost, sevgili bildiklerin. Yüz çevirdiler insanlar ve yapayalnız kaldın. Yolun sonuna geldin. Varlığının aslında yokluk, tüm yalanların kaynağının eski bir yalan olduğunu biliyorsun artık. Vazgeçmek üzeresin bir yalanı yaşamaktan ama terk eylemek bu dünyayı, yok onu da yediremiyorsun kendine. Gençsin, vazgeçmek için çok erken. Gördüklerin göreceklerinin yanında bir hiç. Çektiğin acılar bir yirmi sene sonra gülünç gelecek o zaman çekeceklerin yanında.
Bunları düşünüp vazgeçebilirsin yine de yaşamaktan. Boyun eğmişlerin arasına bir boyun eğmiş daha katılmış olur, ne çıkar. Ama madem bedeninden geçtin artık çoktan, o zaman son bir şans daha var çağrını insanlığa duyurmak için hem de tüm insanlığa. Tabii hala içinde ufak da olsa bir kıvılcım yakabildiyse bu sözlerimiz.
Bizler makine kırıcılarıyız. İnsanları uyuşturmak için kullanılan makineleri kırmak amacımız. Sonunda gerçekleştirdik en büyük düşümüzü ve adına televizyon denen ve her gün sistemin kendisini yenden ve yeniden var ettiği, milyonlara boyun eğdiren propaganda aracının uluslararası uydu yayın şifrelerini ele geçirdik. Kendi aracıyla sırtından vurmaya, hazırlanıyoruz sistemi. Şimdi işte senin gibi birini bekliyoruz. İnsanlığından vazgeçme sınırında gezinen birini ki haykırsın, paylaşsın içtenlikle içinde biriktirdiği acıları İsa misali. Hem de bu sefer Tv ekranlarından bir anda üç milyar kişiye birden. Aşil’i topuğundan vurmak fırsatı veriyoruz sana ama ertesi günü için bir gelecek vaad etmiyoruz. Yalnızca on-on beş dakikalık bir özgürlük ve o özgür anın uzak illerde fırtınalar koparma ihtimali o kadar. Yanına hiçbir şey almadan yalnız ve çıplak gelmeni bekliyoruz. Sadece bizleri birleştiren acılarımızı ve umudumuzu paylaşmak için, zaten bundan başka bir şey beklemediğini de biliyoruz.”
Adres: Büyükçekmece TV kulesinin yanındaki kulübe
Bir solukta okuyor Çağrı. Sonra başını kaldırıyor ve arkasına yaslanıyor. Yüreğinde bir kıpırdanma hissediyor. Yeni bir umut ışığı parlıyor gözlerinde…
Tam bu sırada yanındaki adam elindeki dergiyi göstererek ona sesleniyor. Demek uyanmış. Bu beklemediği hareket karşısında titreyerek toparlanıyor Çağrı. Adam “Affedersin, okumuyorsan dergiye bakabilir miyim?” diyor. İçinden “Hayır, şimdi olmaz, şimdi olmaz” diyor Çağrı, sonra adama dönüp “tabii” diyor ve uzatıyor dergiyi. Adam dergiyi incelerken o da hiçbir şey olmamış gibi yaparak çevresine bakınıyor. Otobüsün içi balık istifi gibi. Sıkış tıkış ayakta duruyor insanlar. Gözleri birden tam da koltuğunun başında ayakta dikilen ve zavallı bakışlarla onu süzen yaşlı ve şişman bir kadınla rastlaşıyor. Kadının kendisini acındırarak ondan yer istediği belli ama ona yer vermek istemiyor Çağrı. Elleri ve bacakları kasılıyor bir an için. Kalkmakla kalkmamak arasında tereddüt ediyor. Sonra kadının bencil olduğunu düşünüyor, kendisini dünyanın merkezine koymuş bu kadın için, Çağrı’nın varoluş amacı “oturmak istediği koltuğu işgal eden genç bir fırlama” olmaktan ibaret. Kadına yer vermiyor Çağrı, ondan daha bencil, daha kötü belki. Kendisinden gurur duyuyor bu yüzden. İnsanlara karşı duyduğu tiksintiyi cisimleştirdiğine inanarak keyifle parlıyor gözleri.
Tam da bu anın keyfinin sürerken gri adamın sesini işitiyor tekrar. Adam, derginin bir sayfasını göstererek “bak” diyor “şurada ne yazıyor: -merkezi enerji üretimine karşı olmak baraja karşı olmak demektir-” Ardından hemen altındaki başlığı gösteriyor: “Munzurlular baraj istemiyor.” “Çelişiyor bunlar” diyor. Bu sırada adamın ağzının içki koktuğunu fark ediyor. Sonra “çelişmiyor” diyor Çağrı, “bu insanlar baraja ve merkezi enerji üretimine karşılar.” “Nasıl olur?” diye soruyor adam “bu memleketi, bu vatanı seven bir insan enerjiye nasıl karşı olur?” Adamın anlamadığını anlıyor, onun anlayacağı dilden konuşmaya karar veriyor ve “senin de evin sular altında kalacak, üstünden baraj geçecek deseler sen de karşı olursun enerjiye” diyor. “Vatanıma canım feda” diyor adam. Birden tekrar geriliyor Çağrı. Yoksa başlangıçtaki şüpheleri doğru muydu? Ama artık iş işten geçmişti. Keşke hiç çıkarmasaydı o dergiyi ama adamın uyuduğunu görmüştü…
Çağrı bunları düşüne dursun adam konuşmayı sürdürüyor: “Bak ben bir otelde bodyguardlık yapıyorum; bu saate kadar onun bunun ağız kokusunu çekiyorum. Verdikleri de asgari ücret. Bu paraya bir ayı çıkarmam gerek. Evliyim bir de on bir yaşında çocuğum var, onlar bana bakıyorlar. Senin çocuğun var mı?” Hayır anlamında başını sallıyor Çağrı. “Bilmezsin o zaman, benim hissettiklerimi anlayamazsın, bir çocuğunun olması ne demek bilemezsin, aile geçindirmek, ekmek parası kazanmak ne demek bilemezsin” Gerçekten de bunun ne demek olduğunu bilmediğini düşünüyor Çağrı. O adamı anlaması mümkün değil. “Ben milliyetçi bir insanım, ezelden beri sol düşünceye karşıyım” diye devam ediyor adam. “Ben de karşıyım” diye tedirginlikle araya girmek istiyor Çağrı. “Elindeki seni yalanlıyor” diye atılıyor adam. Adamla paylaşabileceği hiçbir şey olmadığına kanaat getiriyor Çağrı ve artık çenesini kapatmaya karar veriyor. Gri adam “ama zannetme ki Türkler çok güvenilir. Geçen sene Türkmenistan’a gitmiştim iş için, altmış bin dolarımı iç ettiler kazıkladılar beni pezevenkler, şimdi sürünüyorum buralarda” diye devam ediyor. “Vah vah” diye mırıldanırken bir an önce bu konuşmanın sona ermesini diliyor Çağrı. Ama gri adam konuşmaya devam ediyor ısrarla. Adama söyleyebileceği hiçbir şey yok oysa. Boğazı düğümleniyor, boğulacak gibi. Kalbinin çarpıntısı içini sıkıyor, kasılıyor, geriliyor bedeni. Kendisini dışarı atmak istiyor.
Nefret etmiyor artık insanlardan, bir daha nefret etmeyeceğine söz veriyor, yeter ki rahat bıraksınlar onu. Tam bu sırada Büyükçekmece televizyon kulesinin yanından geçtiklerini fark ediyor. Ani bir hareketle ayağa kalkıyor ve nasıl olduğunu onun da anlayamadığı bir şekilde dışarıda buluyor kendisini. Pencereden çıktığını hayal meyal hatırlıyor. Her neyse kaybedecek vakti yok Çağrı’nın. Hızlı adımlarla kuleye doğru yürüyor. Kuleye yaklaştıkça heyecanı katlanarak artıyor. Çok geçmeden dev kulenin yanında küçük bir kulübe beliriyor. Koşmaya başlıyor Çağrı. Kulübenin kapısına geldiğinde nefes nefese. Kapıyı çalıyor ve bir cevap gelmesini beklemeden içeri dalıyor. Kulaklarında kulaklık ve ağızlarında mikrofonla dört kişi döner koltuklarını ona doğru çevirerek selamlıyor onu. Aralarında biri “biz de seni bekliyorduk” diyor. Boş koltuğu göstererek “şurası senin yerin” diyor. “Oraya otur, birazdan yayına geçeceğiz.” Hiç konuşmadan koltuğa oturuyor Çağrı. Odanın içi ışıl ışıl yanıp sönen göstergelerle dolu, dünya televizyonlarının görüntüleri, küçük ekranlarda binlerce yüz, binlerce beden bir şeyler anlatıyor Tv’leri önünde kıvrılmış insanlara. O görüntüleri izlerken nedense heyecanı yerini keyifli bir uyuşukluğa bırakıyor. Ne konuşacağını şu an bilmiyor ama yine de kaygılanmıyor. “Şimdi önündeki ekrana dön ve mikrofonunu ayarla. On, dokuz, sekiz, yedi” geri sayım başlıyor. “altı, beş, dört, üç, iki, bir, yayındayız” Bir anda yüzlerce küçük ekranda kendi görüntüsü beliriyor Çağrı’nın ve bir anlık duraksamadan sonra konuşmaya başlıyor.
Önce bir yutkunma ardından boğuk bir ses duyuyor Tv’leri başındaki milyonlarcası. Sonra yavaş yavaş dinginleşiyor o ses. Dudağından acıların, sevinçlerin, öfkelerin, umutların damlaları dökülüyor bir bir. Milyonların sesi oluyor Çağrı’nın sesi, tüm sesler, buluşuyorlar sanki o anda. Televizyonda onu izleyen veya izleyemeyen herkesin acılarını, kederlerini, arzularını, öfkelerini, umutlarını paylaşıyor ve anlatıyor, durmaksızın anlatıyor, tam olarak ne söylediğini o da bilmiyor ama konuşuyor hızlı hızlı. Sanki, sanki birileri, bir güç söyletiyor zaten ona söylemesi gerekenleri. Ve tüm evrenle bir olduğunu duyumsuyor sonunda Çağrı. Sesinin yankısının, özgürlük çağrısının aslında hep duyulmuş olduğunu biliyor artık. Altı milyar kardeşinden çok da farklı olmadığını anlıyor o zaman. Ne o yabancı onlara ne de onlar yabancı ona. Onlar ve ben arasındaki sınır kalkmış çoktan. Gevşiyor yüzü, gülümsüyor Çağrı. Tam bu sırada küçük, küçücük rengarenk bir kelebek giriyor onunla kameranın arasına ve milyonlarca ekranda beliriyor küçük kelebek aynı anda. Çağrı konuşurken o da ağır ağır kanat çırpıyor. Süre dolmakta, son sözleri dökülüyor Çağrı’nın ağzından: “İşte bu küçücük kelebeğin bir kanat çırpışı fırtınalar koparıyor uzak diyarlarda. Kırın, parçalayın artık televizyon denen uyuşturucularınızı, onlara ihtiyacınız yok artık, kör edin sizinle alay eden gözleri ve dökülün sokaklara. Yüz binler çoktan başladılar bile sokakları doldurmayı, şangıradayan ekranların, haykıran ruhların sesleri yankılanıyor yüreğimde. Yarın kendi sözlerini kendileri söylemek üzere küçük kelebeğin kanatları kadar renkli, onun kadar coşkulu, onun kadar neşeli milyonlarca insan dolduracak meydanları ve kopan fırtınanın serinliğinde haykıracaklar “hepimiz aslında biriz” diye. O milyonlar sizler olacaksınız ve ey sen evreni küçücük yüreğine sığdıran kelebek, çırp sen de kanatlarını var gücünle!”
Tam yayın sona erecekken, polis sirenleri işitiyor Çağrı. Polis kulübeyi kuşatmış olmalı. Megafonlarla anonslar yapılıyor. Bas bas bağırıyor bir polis sanki kulağının dibinde. “Uyanın, uyanın artık, rüya bitti” diye çınlıyor kulakları, bir adamın sesi, polis olmalı. Hemen yanı başından geliyor sanki.
Kendinden geçmiş olan Çağrı, yavaş yavaş aralıyor gözlerini, beyni zonkluyor, ayaklarında derin bir sızı. Başını kaldırıp adamı görmek istiyor, acıyla “ahh” diye haykırıyor sonra, kala kalıyor. Şimdi hayal meyal lacivert giyimli, beyaz şapkalı bir polisi seçiyor zorlukla. Cebindeki silaha takılıyor önce gözleri. Sonra polis ona dönerek “kendinizi yormayın, ben ifadenizi verebilecek duruma gelene kadar bekleyeceğim burada” diyor. “Ne oldu bana? Ne istiyorsunuz benden?” diye mırıldanıyor Çağrı son gücüyle. “Büyükçekmece televizyon kulesi yakınında otobüsünüz kaza yapmış, hatırlamıyor musunuz yoksa?” diye devam ediyor polis, “oturduğunuz koltuğun yanındaki camdan dışarı fırlamış olmalısınız, yarı baygın bir halde bulduk sizi, devamlı bir şeyler söylüyordunuz ama ne dediğinizi bir türlü anlamadık. Sahi gerçekten ne olduğunu hiç hatırlamıyor musunuz?”
“Hayır” diyor Çağrı, yıkkın, bezgin bir halde “hayır, hiçbir şey hatırlamıyorum.” “Peki siz o zaman dinlenin biraz” diyor polis “ben sizi tekrar rahatsız ederim.” Sonra hemen yanındaki yatakta yatmakta olan adama dönüyor ve aynı soruları ona sormaya başlıyor. “Sadece otobüsün takla attığını hatırlıyorum” diyor yandaki adam. Galiba, evet, evet, o grili adamın sesi bu, başını çeviriyor Çağrı zorlukla ve grili adamı görüyor. “Otobüs takla attıktan sonra bayılmış olmalıyım” diye devam ediyor grili adam. Bu sırada Çağrı’yla göz göze geliyorlar, “işte o sırada bir rüya gördüm, nasıl oluyorsa çok net hatırlıyorum gördüklerimi, bir kelebektim rüyamda, rengarenk kanatlarımı o kadar hızlı çırpıyordum ki, bir saniyede İstanbul’dan Ankara’ya uçuyor, bir dakikada tüm Avrupa’yı ve Amerika’yı dolaşıyordum. Kulağımın dibinde bir ses devamlı fısıldıyordu, çırp, çırp var gücünle kanatlarını diye. O ses çağırıyordu beni, bir ses, kendi sesimdi belki de. O sesi takip ettim. Gür ormanların, yemyeşil ovaların, sararmış bozkırların, üzerinde uçtum, şırıl şırıl akan şelalelerde yıkandım. Şehirleri ve insanları gördüm sonra, dev gibi binaların yanında küçücük yaratıklar, oradan oraya nedeni bilmeden koşuşturup duruyorlardı. Karım ve çocuklarım da arasındaydı o insanların ve onlara acımadan edemedim. Ama aslında acıdığım kendimden başkası değildi. Sonra tekrar havalandım gökyüzüne, yıldızların arasında dolaştım bir bir. Parlak yıldızlara bir konup bir havalandım. Samanyolu’nu ve sonra tüm kainatı sığdırdım gözlerimin yok yok aslında yüreğimin içine. O kadar güzeldi ki gördüklerim, o kadar o kadar güzeldi ki, hiç, hiç bu kadar özgür hissetmemiştim kendimi…”