Yemek Kültürünün Bilimkurgudaki Temsilleri

Otostopçunun galaksi rehberine göre, belli başlı her galaktik uygarlığın tarihi üç ayrı ve fark edilebilir aşamadan geçme eğilimidedir. Bu aşamalar; Hayatta Kalma, Sorgulama ve İncelikli düşünmedir; bir başka deyişle Nasıl, Neden ve Nerede aşamaları olarak bilinirler. Örneğin ilk aşama, “Nasıl Yiyebiliriz?” sorusuyla, ikinci aşama “Neden Yiyoruz?” sorusuyla, üçüncü aşamaysa “Öğle Yemeğini Nerede Yiyelim?” sorusuyla tanımlanabilmektedir.
Otostopçunun Galaksi Rehberi / Evrenin Sonundaki Restoran
-Douglas Adams-

Bilimkurgu edebiyatı ve sineması, bugün ve burada var olmayan, gelecekte veya farklı türden bir şimdi ya da geçmişte vuku bulması muhtemel bir düzeni tasvir etme çabasındadır. Ne var ki bilimkurgu, aslında tam da içinden çıktığı toplumun halihazırdaki meselelerinin tartışıldığı, eleştirildiği ve yadırgatıldığı bir laboratuar işlevi görür.
Yeme alışkanlıkları ve yemek kültürü de bilimkurgu eserlerinde tartışılan bir mevzu olarak sık sık karşımıza çıkar. Her ne kadar yemek kültürü veya yemeye dair bir unsur, bilimkurgu eserlerinin (en azından benim bildiklerim arasında) hiçbirinin ana temasını oluşturmasa da hemen her eser, yemek, sofra adabı, kıtlık-kuraklık, bolluk-bereket ve lüks tüketim, lokantaların işleyişi ve standartlaşma, yemek üzerinden kontrol ve denetim, genetik-biyolojik olarak belirlenmiş yemekler, gelecekte beslenme sorunlarının nasıl üstesinden gelineceği gibi konulara dair, aralara sıkıştırılmış ama aslında çok da ilginç birçok ayrıntı ile doludur. Dolayısıyla yemek yemek, bilimkurgunun ütopik yahut distopik birçok türünde bir karın doyurma hadisesinin ötesinde aslında gayet toplumsal, tarihsel, siyasi ve sosyolojik açılımlar sunar. Bundan dolayı yemek kültürünün bilimkurgudaki temsillerine yönelik bir araştırma, bu konu üzerine yapılmış birçok tarihsel ve antropolojik araştırma gibi de değerlendirilebilir. Öte yandan bilimkurgu, geleceğe yönelik olması dolayısıyla, tüm bunlara ilaveten ayrıca bir uyarı, bir eleştiri ve yadırgatma imkanı sunar.

Bu araştırmada, yemek kültürünün bilimkurgu eserlerindeki yansımalarının birçok farklı boyutunun yanı sıra, özellikle yeme ve beslenme olgusunun bilimkurguda nasıl olup da bir kıtlığın ve açlığın üstesinden gelme meselesi olarak sorunsallaştırıldığının üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken, bilimkurgunun, içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel koşullar dolayısıyla geçirdiği dönüşümler paralelinde beslenmeye dair bu sorunsallaştırmanın zaman içinde geçirdiği dönüşümler dönem dönem işlenecektir.
Gerçekten de bilimkurguda, beslenme olgusunun daha çok bir kıtlık ihtimali ve bununla başa çıkma yöntemi olarak dile getirilmesi söz konusu olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan, pozitivist, ilerlemeci, bilim ve teknoloji ile tüm sorunların çözüleceğine inanan ‘Hardcore’ bilimkurgu eserlerinde neredeyse Malthuscu bir yaklaşımla gelecekteki olası kıtlıklara, bilim ve teknolojinin nasıl bir çözüm bulacağı, bu bağlamda doğanın, insanların, nüfusun ve bedenlerin nasıl kontrol edileceği üzerine birçok yaklaşım geliştirilmişti. Foucault’nun bedenin kontrolüne dair iktidar teknolojilerini tanımlamak için ortaya attığı bio-politika kavramı hatırlanacak olursa bu yaklaşımların meydana getirdiği söylemin de elbette masum ve tarafsız olmadığını görülmektedir. Artan nüfus karşısında açlığın bir sorun olduğu ve rasyonel hesaplamalar ve tekniklerle bunun üstesinden gelinmesi gerektiğine dair söylem, toplumun ve bedenin kontrolü ve denetimini öngören bir yapıyı meşrulaştırıyordu hiç şüphesiz. Yeme içmenin rasyonel bir hesap kitap meselesi olduğunu varsayan bu eserler, doğayı insanlık için dönüştürülmesi gereken bir ‘kaynak’ olarak değerlendiriyor; beslenme olgusunu matematiksel bir hesaplamaya indirgeniyordu.
Ne var ki, 50’ler ve 60’ların bilimkurgusunda sıklıkla karşımıza çıkan ve yeme-içme olgusunu bir kıtlığı yenme mücadelesi olarak algılayan eserler özellikle 70’lerin bilimkurgucuları tarafından kapsamlıı bir eleştiriye tabi tutulacaktı. Yeni toplumsal hareketlerin, çevreciliğin ve yoğun bir iktidar eleştirisinin yükselmesiyle beraber bilimkurgudaki pozitivist temelin, her sorunun bilim ve teknoloji yardımı ile çözülebileceğine dair inancının yerinden edildiğine tanık olundu. Dolayısıyla 70’lerden sonra kaleme alınan ikinci ve üçüncü kuşak ‘Yeni Dalga’ bilimkurgunun distopik eserlerinde doğanın bir ‘kaynak’ olarak değerlendirilmesi ve nüfusun ve bedenlerin kıtlık ve açlık tehdidi ile kontrol altına alınmasına dair tasavvurlar, bundan böyle iktidarın gücünü ve şiddetini artırmasına yol açan olumsuz gelişmeler olarak gösterilecekti. Bilimkurguda yükselen ekolojist akım, beslenme ve yemek kültürünü, doğanın bir ‘kaynak’ değil aktif bir özne olduğu bir süreç içinde gerçekleşen karşılıklı bir eylem olarak değerlendirecekti.
80’lere geldiğimizde ise bilimkurgu eserlerindeki eleştirel vurgunun, dünyayı etkisi altına alan hızlı küreselleşme süreci ve tabii ki genetik alanında yaşanan gelişmelerle ile birlikte, tektipleşme, aynılaşma, monokültür üretim ve genetik müdahaleye yöneldiğine tanık olduk. İktidarın kendini kurarken oluşturduğu kıtlık ve açlık tehdidine dair söylemin eleştirisi bu kez, kitlesel tektip beslenme modeline şartlanmış bireylerin, içinde sadece Pizza Hut lokantalarının bulunduğu devasa şehirlerdeki disütopik tasavvurları olarak karşımıza çıkıyordu.
90’lardan sonra ise belki de en yoğun dönüşüm medya ve iletişim teknolojileri alanında yaşandı. Dolayısıyla iletişim imkanlarındaki inanılmaz yaygınlaşmanın etkilerine dair tartışmalar elbette 90’ların bilimkurgusuna damgasını vuracaktı. Simülasyon, sanal gerçeklik ve yapay zeka üzerine değinilerle dolu 90 sonrası bilimkurgu eserlerinde artık iktidarın icat ettiği ‘beslenme sorunu’ bir karın doyurma hadisesinin ötesine geçmiş ve tat almaktan çok görme duyusuna hitap eden, görüntü ve imajlar üzerinden denetim kuran bir boyuta erişmişti. Bilimkurgu eserlerinde artık kimse kıtlıktan bahsetmemekte; bilakis bir tür görüntü ve imaj bolluğu vurgulanmaktaydı. Elbette burada olan sadece görüntüdeki bir çeşitlilikten ibaretti. Yoksa bilimkurgunun bizlere yadırgatmaya çalıştığı, tektipleşmenin ve aynılaşmanın doruk noktasına ulaşmış; yeme-içme kültürü de dahil olmak üzere içinde barındırdığı her türlü kültürel çeşitliği ve fark imkanını yitirmiş bir toplumdu. Bu eserlerde, karşımıza çıkan, yemek seçiminin artık bir hayat tarzı yani bir tüketim nesnesi olarak pazarlandığı bir dünyaydı. Yemek, bir ihtiyaç ve değişim nesnesi olmanın ötesinde, sembolik-imajsal özellikleri ile değer bulan bir nesne olmuştu. 2000’lerin Matrix ve türevi disopik eserlerinde görüldüğü gibi insanlık artık düzenin onlara sunduğu ‘sözde’ farklı yeme imkanlarına dair imajları-görüntüleri tüketerek sistemi yeniden üretmeye yarayacak enerjiyi sağlayan pillerden ibaret olarak resmediliyordu.

Gerçek Yolculuk Geri Dönüştür:
50’lilerin ‘Hardcore’ Bilimkurgusundan 70’lerin ‘Yeni Dalgası’na ‘Açlık ve Kıtlık’ın Sorunsallaştırılmasındaki Dönüşüm

Bilimkurgunun altın çağı olarak adlandırılan bir döneme imzasını atan, bilimkurgunun en tanınmış isimlerinden Amerikalı yazar Isaac Asimov’un 50’li yıllarda kaleme aldığı ve Türkçe’de de Jüpiteri Satıyorum adıyla yayımlanan kitabında yer alan bir öyküsünde dünyanın dört bir yanından gelip Afrika’nın uzak bir köşesindeki bir toplantıda buluşan bir grup bilimadamından söz edilir. Bilimadamları bir masa başında oturmuş, dünyadaki açlık sorunu ile nasıl başa çıkılacağını tartışmaktadır. Çoğu bilimadamı Malthusçu önermelere sadık açıklamalarda bulunur. Buna göre dünyanın nüfusu geometrik bir biçimde artmaktadır; ne var ki eldeki teknoloji ile yemek üretiminde ancak aritmetik bir artış sağlanabilmektedir. Dolayısıyla kısa bir süre sonra insanlar açlıktan ölecekler, daha da kötüsü yemek ve su için birbirileriyle savaşacaklar, insanlık tarihinin yüzyıllar içinde ortaya koyduğu sanat eserlerini, bilgi birikimini ve doğanın geri kalanını talan edeceklerdir. Buna engel olmak gerekmektedir ve bilimadamlarımız bu sorunla başa çıkabilmek için etkin bir yöntem geliştirmişlerdir. Buna göre, içinde hemen ölüme yol açan şiddetli bir zehirden gerekli miktarda temel besin maddelerine rastgele olarak yerleştirilecek ve bu zehirli besinin dağıtımı sağlanacaktır. Bu plana göre ölümler rastgele olacağı için, zengin fakir, yaşlı genç, kadın erkek ayrımı olmaksızın son derece ‘demokratik’ bir nüfus planlaması öngörülmektedir. Kimse daha ne olduğunu anlayamadan, savaşacak ve talan edecek vakit bulamadan, iş bitmiş olacak; insanlık da esenliğe kavuşacaktır. Hiç şüphesiz buradaki bilimadamları, insanlığın iyiliği için haraket ettiklerine dair son derece samimi bir inanç içindedir. Ne var ki, işler umulduğu gibi gitmez. Tartışmaların başından beri hep sessiz kalan, olan bitene şüpheyle yaklaşan bir bilimadamı içten içe bu yöntemi bir türlü hümanizmle bağdaştıramamış ve son derece insanlık dışı bulmuştur. Bu bilimadamı elbette Asimov’un okuyucunun özdeşlik kurmasını beklediği karakterdir. Aynı zamanda Asimov’un kendi görüşlerinin de sözcüsüdür. Hikayenin sonunda bu çekimser bilimadamı söz alır ve diğerlerini Tanrıcılık oynamakla itham eder; önerdikleri yöntemin de insanlıkdışı olduğunu söyler. Diğerleri daha ağızlarını açıp itiraz edemeden onların şaşkın bakışları altında sözlerini şuna benzer bir ifadeyle tamamlar: “Boşuna itiraz etmeyin. Az önce yediğiniz yemeklere o zehirden koydum, bu sorunu çözmeye ilk olarak sizden başlamının en iyisi olduğunu düşündüm.” Teknokratlar ölür, insanlık böylesi bir kıyımdan kurtulur ve hikaye biter.
Şimdi sadece bu hikaye özelinde ve bugünkü bakış açımızla değerlendirdiğimizde ilk bakışta, bu hikayeden sanki Asimov bilimin doğayı ve insanlığı kontrol etmesine ve tahakküm altına almasına itiraz ediyormuş, bir pozitivizm eleştirisi geliştiriyormuş gibi bir sonuç çıkarılabilir. Ama biraz daha üzerine düşünüldüğünde ve elbette Asimov’un ve çağdaşlarının diğer bilimkurgu eserlerine göz attığımızda durumun hiç de böyle olmadığı ortaya çıkacaktır. Bir kere, Asimov’un bu hikayeye kendi görüşlerini yansıtması için yerleştirdiği muhalif bilimadamımız da tıpkı diğerleri gibi yeme-içme olgusunu bir açlık-kıtlık meselesi üzerinden sorunsallaştırmaktadır ve dolayısıyla bu toplantıya da bu sorunun ‘kontrol’ altına alınabilmesini sağlayacak çözümler üretmek için katılmıştır. Muhalif bilimadamımız aynı zamanda savaşların çıkmasından ve böylece ‘insanlığın’ yüzyıllar içinde ürettiği kültürel birikimin talan edilmesinden de endişelenmektedir. Yani tamamiyle hümanisttir, insanın yüceliğine ve onun ürettiği eserlerin kutsallığına inanmaktadır. Dolayısıyla insan aklının bir ürünü olan bilime de sonuna kadar sadıktır; ancak tek sorunu diğerlerinin önerdiği yöntemin yeterince hümanist olmamasıdır. Kendisi, insan aklı, iradesi ve bilim aracılığıyla nüfus artışına da açlık ve kıtlıklara da daha ‘insani’ çözümler peşindedir. Ve bu hikaye de, 50 ve 60’lı yılların, bilimin her türlü sorunun altından kalkmak için temel dayanak olarak görüldüğü ve bilim ve tekonoloji ile insanlığın ileriye gideceğine inanıldığı yarı ütopik hardcore bilimkurgu eserlerinin tipik bir örneğidir.
Bu hikayenin konumuz için önemi ise elbette, yeme-içme meselesi ile bilimkurgunun belki de en çok kesiştiği bir noktada yer almasıydı. Bahsi geçen bu kesişmenin bu ilk örneğinde, çok çarpıcı olan ve bundan sonra bilimkurguda yeme-içme olgusunun işlenişinin ana motifini belirleyecek iki temel vurgu söz konusuydu. Bunlardan biri yeme-içme meselesinin büyük oranda bir açlık-kıtlık meselesi üzerinden sorunsallaştırılmasıdır ki, bu yaklaşım bilimkurgunun daha sonraki eserlerinde de benimsenecektir. Şimdi burada, Asimov’un öyküsünün kahramanının muhalif tutumuna bakarak yanılgıya düşmemek gerekir, zira o da en az diğer bilimadamları kadar açlık ve kıtlığa dair bir söylemi üretmektedir. Hümanizm savunusu altında aslında içten içe açlık ve kıtlığı bir sorun olarak tanımlayıp gündeme taşımaktadır. Tıpkı, sosyolog Arturo Escobar’ın, ‘yoksulluk’a dair söylemin, nasıl hümanist bir kaygıyla inşa edildikten sonra bu söylem üzerinden batılı kapitalist ülkelerin dünyanın bazı ülkelerine ‘üçüncü dünya’ yaftasını yapıştırıp ekonomilerine müdahale etmek için meşru zemin sağlamasına hizmet ettiğini vurgulaması gibi, bilimkurgudaki açlık ve kıtlığa dair böylesi bir söylemin inşası da elbette tarafsız değildir. Böyle bir söylem, içinde hem doğaya, nüfus artışına ve insan bedenine müdahale etmeyi hem de bilimin bu müdahalede ‘doğru’ olanı temsil ettiğini meşrulaştıran bir zemin hazırlar.
Dolayısıyla Asimov’un öyküsünde bilimkurguda yeme-içme olgusunun işlenişinin ana motifini belirleyecek ikinci temel vurgu olarak karşımıza, bu kıtlık meselesinin doğanın, nüfusun ve insan bedeninin insan aklı ve bilim tarafından kontrolü ile, üstesinden gelineceğine dair yaklaşım çıkar. Bu yaklaşıma göre, doğa bir ‘kaynak’ olarak tanımlanmıştır. İnsanlık, aklı ve bilimi ile bu kaynağı en etkin şekilde değerlendirip daha güzel bir yarın hazırlama imkanına sahiptir. Bu yaklaşımın benzeri örnekleri Asimov’un yanı sıra dönemin yazarları Arthur C. Clarke ve Frank Herbert’in eserlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Görüldüğü gibi 50 ve 60’ların hardcore bilimkurgusuna genel olarak yarı ütopik ve teknofil (teknolojisever) bir hava hakim olmuştur.
Ne var ki, bilimkurgudaki bu yaklaşım 70’lerle beraber kökten değişmeye başlar. Bilimin, doğru bilginin temsilindeki merkezi ve belirleyici konumu sorgulanırken, doğanın kontrol altına alınması gereken bir kaynak olduğu fikri şiddetle eleştirilmeye başlanır. Elbette dönemin siyasi ve sosyal havası bu değişimde büyük rol oynamaktadır. Vietnam Savaşı’na karşı yükselen barış hareketi, sivil haklar hareketi, çevreci hareket ve kadın hareketi ile birlikte 70’lere damgasını vururken, edebiyatın genelinde olduğu gibi bilimkurgu edebiyatı özelinde de çevreye duyarlı, savaş karşıtı, kadın kimliğinin öne çıktığı eserlerde büyük yaygınlık görülür. Böylece bilimkurguda aralarında Ursula L.Guin, Stanislaw Lem ve Samuel Delany gibi yazarların bulunduğu ve ‘Yeni Dalga’ olarak tanımlanan bir akım ortaya çıkar. (Kendisi yaşça daha eski bir kuşaktan olsa da ünlü yazar Aldous Huxley’nin eserlerinin de bu yeni dalga akımının ilk örneklerinden biri olduğu söylenebilir.) Öte yandan bu dönemin en dikkat çeken yazarı hiç şüphesiz, eserlerinde zengin bir antropolojik birikimden yararlanan Ursula K. LeGuin’dir. LeGuin, eserlerinde doğanın bir kaynak olarak algılanması fikrini eleştirir ve insanla doğa arasındaki hiyerarşik algılamanın yerine doğanın insanla beraber aktif bir özne olarak algılandığı yatay bir ilişkiye dair tasavvuru dillendirir. LeGuin, bu bakış açısıyla kendinden önceki neredeyse tüm bilimkurgucuları karşısına almaktadır. Hatta LeGuin’in, bu bakış açısıyla bilimkurguyu tamamen yeniden tanımladığı dahi söylenebilir. Zira onun için bilimkurgu ne sadece geleceğe dair bir tahayyül ne de bir bilim ve teknoloji fetişizmidir, bilakis hemen yanıbaşımızda olup da göremediklerimizi bize gösteren yadırgatıcı bir edebi formdur. Bilimkurgu daha çok geçmişimiz ve şimdimiz üzerinedir LeGuin’e göre. Dolayısıyla, kendisinin Mülksüzler romanında da sık sık tekrarladığı gibi aslında “gerçek yolculuk geri dönüştür.” LeGuin bu görüşlerini “Bilimkurgu ve Gelecek” başlıklı bir makalesinde şöyle dillendirmektedir:
“Gelecek, geriye dönüp o bir anlık bakışı yakalamadıkça göremeyeceğinizdir. Ve bunun için bazen geriye dönmemiş olmayı dilersiniz, çünkü ardınızdan size doğru sokulanı bir an için görmüşsünüzdür… Bu nedenle biz And Dağları'nın insanlarını ilerleme, kirlilik, pembe diziler ve uydulardan müteşekkil kendi dünyamıza çektikçe, onlar omuzlarının üstünden nereye gittiklerini görmek için bakarak, geriye gidiyorlar. Bunun ustaca ve yerinde bir tavır olduğunu düşünüyorum. En azından bize geleceğe doğru ilerleme lakırdımızın bir metafor, gerçekten efsanevi bir fikir, hatta belki, hareketsiz, kabul eder, açık, sessiz, dingin olmaya dair maço korkumuza dayanan bir blöf olduğunu hatırlatıyor.
…. Gelecek sadece uzay değildir. Bilimkurgunun bir türüyle, bütün Uzay Savaşları ve Yıldız Savaşları romanlarında ve filmlerinde ortaya çıkan emperyalist türüyle ve bilimkurgunun teknolojiyi yüksek teknolojiye indirgeyen biçimleriyle ayrıldığım nokta budur. Bu tür romanlarda, uzay ve gelecek eşanlamlıdır: bağlantı kuracağımız, işgal edeceğimiz, sömürge haline getireceğimiz ve banliyö kılacağımız yerlerdir. Eğer uzayla bağlantı kurabilirsek orada muhtemelen böyle davranacağız. Uzayı fethetmemiz mümkündür. Ama geleceği fethetmemiz mümkün değildir; çünkü ona ulaşmak için bir yolumuz yok.
…. Ben bir bilimkurgu yazarı olarak kendi adıma, And dağlarının insanları gibi, uzun süreler boyunca dingin kalmayı ve aslında önümde olana bakmayı tercih ediyorum: dünyaya, üstündeki dostlarıma ve yıldızlara.”
(LeGuin, Ursula, Bilimkurgu ve Gelecek)
Görüldüğü gibi LeGuin’in bu yorumu, daha önce de söylendiği gibi bilimkurguya tamamen yeni bir bakış açısı, yeni bir tanım getirmiştir. Bundan böyle bilimkurgu eserlerinde, artık aklın egemenliği ve bilimin kutsallığı son derecede şüpheli konular olarak işlenmeye başlanmıştır. LeGuin’le aynı kuşağı paylaşan birçok üretken bilimkurgu yazarı da benzeri kaygıları dile getirmiştir. Bilimkurgunun gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden Polonyalı yazar Stanislaw Lem de kaleme aldığı hemen tüm eserinlerde pozitivizmi ve pozitivist bilimadamlarını ironik bir dille eleştirmiş, insan aklının yarattığı kategorilerin ve bilimsel algılayışın ne kadar keyfi ve seçici olduğunu ve insan merkezci yaklaşımın evrenin uçsuz bucaksız doğası karşısında nasıl da çaresiz kaldığını çarpıcı bir dille gözler önüne sermiştir. Bu bağlamda Lem’in bu dönemlerde kaleme aldığı Solaris adlı eseri pozitivist bilimin ve uzman bilimadamı olgusunun eleştirisine dair bir baş yapıttır.
Keza, pozitivist argümanlarla beraber doğanın denetimi, nüfusun kontrolü, bedenlerin terbiye edilmesi de 70 sonrası bilimkurguda, artık bio-politikaya dair tahakkümcü yöntemler olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla açlık ve kıtlığın denetimine dair bilimkurgusal anlatılar, 50 ve 60’ların bilim ve teknolojisever yarı ütopik bir hedefi olmaktan çıkıp artık disütopik (kara ütopya) anlatıların, tahakkümü ve baskıyı meşrulaştıran bir parçası haline gelmiştir. Her ne kadar 70’li yıllardan önce yazılmış olsa da Aldous Huxley’in ölmeden önce yazdığı son roman olan Ada (1962) bu dönüşümün belki de en çarpıcı bir örneğidir. İçindeki insanların doğa ile barış içinde yaşadığı, hiyerarşisiz, otoritesiz, mülkiyetsiz, dünyanın uzak bir köşesindeki unutulmuş bir Ada’nın ütopik anlatısı ile başlayan roman zamanla bir disütopyaya dönüşür. Zira Ada’da petrol bulunmuştur ve egemen kapitalist güçler Ada’da denetim sağlamak ve işlerin gidişatını kontrol altına almak için mücadeleye girişmiştir. Kitabın büyük bölümünü oluşturan iki yüz sayfalık ütopik tasvirlerin ardından birkaç on sayfa bu gerginlik mevzubahis edilir ve ancak son iki üç sayfada her şeyin bir anda altüst olduğu işgal anlatılır. Anlatının bu şekilde biçimlenmesi belki de doğanın binlerce yıldır oluşturduğu uyumun insanın bir anlık müdahalesi ile nasıl da talan edilebildiğine dair bir eleştiriyi pekiştirmek için hiç de tesadüf olmayan bir seçimdir. Görüldüğü gibi Huxley’in Ada’sı, teknolojik denetim ve kontrolün bir ütopya yaratmaktan çok, yaratılmış bir ütopyayı yok eden disütopik bir girişim olduğunun altının çizildiği ilk bilimkurgu örneklerindendir.
Bundan böyle yeme-içme kültürü hala sıklıkla bir açlık-kıtlık söylemi üzerinden dile getirilse de artık bununla başa çıkmak için doğayla barışık yöntemler söz konusu edilecektir. Ursula LeGuin’in belki de en çok bilinen eseri Mülksüzler’de de durum böyledir. 1974’te yayımlanan Mülksüzler, anarşist ve ekolojist ideallerden beslenen ikircikli bir ütopyadır. Mülksüzlerde, bizim şu an yaşamakta olduğumuz dünyayı temsil eden ve içinde biri kapitalist, biri sosyalist ve biri de askeri cunta ile yönetilen diktatörlük olmak üzere üç ülke barındıran Urras adlı bir gezegenden bahsedilir. Urras’ta yaşanan bir isyandan sonra büyük çoğunluğunu anarşistlerin oluşturduğu bir grup, gezegenin uydusu Anarres’e çekilmiş, yapılan anlaşmaya göre iki taraf da karşılıklı olarak birbirlerine ne fiziksel ne de ideolojik hiçbir müdahalede bulunmamaya karar vermiştir. Öykü Anarres’te başlar ve Anarres’li kahramanımız Shevek’in, ilişkilerin yıllar önce koptuğu Urras’a gidişi ile beraber iki gezegendeki düzenlerin olumlu ve olumsuz yanlarının karşılaştırması üzerinden devam eder. Bu öyküde de yeme-içme meselesi temel bir rol oynar. Anarres son derece kurak ve çorak bir gezegendir. Dolayısıyla Anarresliler her gün kıtlık ve açlıkla burun buruna yaşamaktadır ve bundan dolayı gezegendeki tüm düzen neredeyse tamamen bu karın doyurma meselesi üzerine inşa edilmiştir. Mülkiyetin ve otoritenin bulunmadığı Anerres’te, insanlar doğayla barışık bir biçimde yaşarlar, doğayla kendileri arasında hiyerarşik bir ilişki tanımlayıp onu bir kaynak olarak görmek yerine, doğa ile yatay ve karşılıklı bir ilişki kurarlar. Herkes yetenekleri kadar çalışır ve ihtiyacı kadarını doğadan alır. Daha fazlası hem diğer insanlara hem de doğaya karşı sorumsuzluk olarak değerlendirilir. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler arasındaki hiyerarşik sınıflandırma terk edilmiştir ve herkes doğanın farklı ama eşit birer parçası olarak değerlendirilir. Shevek Urras’a gidince, orada hayatında görmediği kadar çok çeşitte yemek görür, önüne zengin sofralar kurulur. Anarres’in aksine Urras’ta bir bolluk düzeni hakimdir, israf ve aşırı tüketim had safhadadır. (elbette bu bolluk sadece belli sınıfları kapsamakta, milyonlarca Urraslı açlık sınırında yaşamaktadır ve Shevek bunu kısa zamanda fark edecektir) Öte yandan Shevek hem bu bolluğa hem de bu israfa çok şaşırır. Çünkü Urraslılar’ın bakış açısı tamamen değişiktir. Onlara göre besin sadece bir kaynaktır. Çeşitli yemekleri tüketmek, bol yemek yemek onlar için içinde bir hiyerarşi barındıran sembolik anlamlar içerir. Zaman zaman yemek yemek bir tutku bir mücadele olarak algılanır Urras’ta. Tüm bu çeşitlilik ve zenginlik bir an için Shevek’e çekici gelir. Ama dünyayı kıt kaynaklar için mücadele edilen bir savaş alanı olarak gören ve doğayı tahakküm altına almaya çalışan bu anlayış, Shevek’i yadırgatır ve nihayet Shevek Anarres’e geri döner. Shevek tüm bunları gördükten, zihninde tarttıktan, Anarres’i Urras’la karşılaştırdıktan sonra geri dönmüştür. Onun doğma büyüme Anarresliler’den farkı işte budur. LeGuin’in de kitapta sık sık tekrarladığı gibi “gerçek yolculuk geri dönüştür!” Shevek Anerres’teki devrim sonrası dönemin içine doğarak düzeni muhafaza etmeyi değil Anarres’i alternatifleriyle karşılaştırıp ona geri dönmeyi tercih ederek LeGuin’in “devrimi satın alamazsınız, devrimi yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak” sözünün ve sürekli devrim fikrinin takipçisi olmuştur. Dolayısıyla görüldüğü gibi LeGuin’in tutumu açık bir tercihin ürünüdür. Anarres’te yaşayanlar kıtlıkla, açlıkla başa çıkmak için başka yöntemler de geliştirebilirlerdi, anarşist ve ekolojist olmak zorunda değillerdi. Ama doğayla yatay bir ilişki kurmayı tercih ettiler. Bu tercih elbette 70’lerin politik tercihleriyle de örtüşmektedir.

Pısırıklar Çağı
80 Sonrası Bilimkurgusuna Bir Bakış

80’li yıllardan sonra, doğanın ve insanların kontrol altına alınmasının tahakkümcü etkilerine değinen, bunu eleştiren ve bu bağlamda teknolojik belirlenimciliğe artık şüpheyle yaklaşan sayısız bilimkurgu eseri yayımlanmıştır. 1970 öncesi dönemin aksine 80 sonrası bilimkurgunun gerek edebiyatta gerekse sinemada yoğun bir şekilde disütopik öğelerden beslendiği göze çarpmaktadır. Karanlık şehirler, tektipleşmiş, yüksek teknoloji sayesinde şartlandırılmış ve mutlak bir denetimin ve disiplin sisteminin içine hapsedilmiş bir insanlık Blade Runner, Dark City, Brazil, The Matrix gibi bilimkurgu filmlerinde sıklıkla karşımıza çıkmıştı. Bilimkurgu edebiyatında da başını William Gibson ve Bruce Sterling’in çektiği siberpunk akımı, yüksek teknolojinin belirlediği bir geleceği tahayyül ederken sanal gerçeklik ve yapay zeka gibi olgulara sıklıkla başvurmuş, bizlere insan iradesinin bilgisayar yazılımlarına ve robotlara devredildiği disütopik ve son derece karanlık dünya tasvirleri sunmuştu.
1980 sonrası distopik bilimkurgu sineması her ne kadar edebiyattaki siberpunk akımından besleniyor olsa da, asıl köklerini George Orwell’in 1984’ü, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı, Philip K. Dick’in Albemuth Özgür Radyosu gibi 80 öncesinin önemli disütopya klasiklerinden alıyordu. Amerikalı bilimkurgu yazarı Frederik Pohl’un Pısırıklar Çağı adlı eseri de bunların ilk örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Eser distopyaların alışıldık ciddi ve karanlık havasından çok ironik ve mizahi bir dille kaleme alınmıştır. Pısırıklar Çağı’nda, bolluk ve zenginlik içinde bir dünya tasvir edilir. Kokuların her türlüsü, yiyeceklerin her çeşidi, seksin her biçimi bu dünyada çeşitli kimyasal maddeler aracılığı ile mümkün kılınmıştır. Dokunma ve fiziksel temas mümkün olduğunca aza indirilmiş, insanların bedenleri son derece kırılgan ve hassas bir biçime evrilmiştir. Büyük oranda bağışıklık sistemleri zayıflayan pısırıklar çağı insanları, yüksek tıp teknoloji sayesinde öldükten sonra bile eğer çok vakit kaybedilmemişse yeniden hayata döndürülebilmektedir. Dolayısıyla herkes tamamiyle sağlık sistemine bağımlı olarak yaşamaktadır. Öte yandan tüm şehir sakinleri yanlarında adına ‘hazverici’ denen ve sizin için lokantada sipariş almaktan iş bulmaya, harcamalarınızı ayarlamaktan diğer insanlarla iletişim kurmanıza kadar türlü işe yarayan merkezi bir bilgisayara bağlı bir aleti bulundurmak zorundadır. Alet aynı zamanda sizin yemek zevkinizi hafızasına kaydedip sizin için uygun yemeği tespit etmeye ve seks yaparken uygun kokuları çıkararak zevkinizi artırmaya da hizmet etmektedir. Ne var ki, tüm bu hizmetler karşılıksız değildir ve açık bir baskıyı değil ama hayatta kalabilmek için düzene mutlak bir itaati öngörür. Bu durumu yadırgatmak için öyküde bize hazvericisini kaybeden bir kahraman eşlik eder. Hazvericisi olmadan nereye gideceğini ne yapacağını bilemeyen kahramanımız hayatta kalabilmek için kendisi gibi parasız ve hazvericisiz yaşamak zorunda kalan yeraltı insanlarına katılır ve çok geçmeden kendi yemeğini kendi yapmayı öğrenirken bu dünyanın insanlarına da yaşadıkları düzeni yadırgatmayı kafasına koyar. Öykünün sonunda, sözde bir uzaylı saldırısını gündeme getirerek pısırıklar çağı insanlarına hazvericileri ve merkezi bilgisayarları olmaksızın ne kadar savunmasız olduklarını gösterecektir.
Pısırıklar Çağı, az sonra bahsedilecek olan 90’lı yılların distopik filmleri Demolition Man veya The Matrix’deki izleğin tipik özelliklerini ilk defa sunması açısından dikkate değerdir. Zira artık distopik bir tahayyül ne açlık ve hastalıkların kol gezdiği, nükleer savaş sonrası yıkıma uğramış bir dünyayı ne de diktatöryel baskıcı rejimlerin hüküm sürdüğü karanlık bir toplumu öngörmektedir. Bilakis açlık ve hastalıkların teknoloji sayesinde tamamen üstesinden gelindiği, sekste sınırsız serbestinin söz konusu olduğu, düzenin imaj çeşitliliğine vurgu yaparak tüketimi özendirdiği, suçun neredeyse ortadan kalktığı ve yeraltına, marjinal alanlara hapsedildiği bir Cesur Yeni Dünya izleği söz konusudur. Burada da yeme-içme meselesi ilk başta bir açlık ve kıtlıkla başa çıkma sorunu olarak işlenmiş ve bu sorunun yüksek teknoloji sayesinde çözüldüğü ve yeme-içmenin bir tüketim olgusuna indirgendiği gözler önüne serilmiştir. Sanırız Pısırıklar Çağı ya da Cesur Yeni Dünya’nın konusu 1984 misali disütopyalara nazaran, bugün içinde yaşadığımız dünya ile daha çok örtüşmektedir. Zira artık açık bir baskı rejiminden çok Foucault’nun da bahsettiği gibi liberal toplumların söylem düzenleri ile oluşturdukları ve bedenlerin denetim altına alınmasını öngören görünmez tahakküm ağları söz konusudur. Birçok problem modern bürokrasi, rasyonel hesaplar ve yüksek teknoloji sayesinde çözülmüş görünse de, insan her geçen gün davranışları öngörülebilir ve dolayısıyla denetim altına alınabilir bir varlık haline getirilmiştir. Dolayısıyla pısırıklar çağı insanlarına türlü imkanlar sunan hazvericileri aynı zamanda hem bir suçlu ve suçsuzu tanımlayıp disiplin altına alan hapishane, hem sağlıklı ve deli olanı tanımlayan akılhastanesi, hem de zihinleri terbiye edip kontrol altına alan bir okul işlevini bünyesinde barındıran bir tahakküm aygıtıdır aynı zamanda. Üstüne üstlük yüksek iletişim teknolojisi sayesinde artık insanların attığı her adım, ağızlarından çıkan her söz takip edilebilmektedir.
Marco Brambilla’nın 1993 yapımı filmi Demolition Man, içindeki Cesur Yeni Dünya alegorisi ile yukarıda söylenmeye çalışılanlara dair bir başka çarpıcı örnektir. Film, suç oranının sıfır olduğu, küfür etmenin otomatik olarak cezalandırıldığı, seksin sadece sanal olarak gerçekleşebildiği, doğumların devletin kontrolünde olduğu; özetle modern batı ahlakının teknoloji sayesinde en uç noktasına ulaştığı, özgürmüş gibi gözüken ama totaliter bir gelecek düzeni öngörür. Filmin kahramanı polis memuru John (Sylvester Stallone) ve iş ortağı Teğmen Lenina Huxley (tanıdık bir isim) Phoenix adlı bir suçluyu kovalarken yeraltında saklanan asilerle tanışır. Asiler yukarıdaki temiz ve düzenli uygarlık yerine aşağıda kendi düzensizlikleri ve ‘pisliği seçme hakları’ ile yaşamayı tercih ediyordur. Asilerin lideri kendini savunurken şöyle der: “Konuşma ve seçme özgürlüğü istiyorum. Yüksek kolesterol istiyorum. Biftek, yağ ve bol bol peynir istiyorum. Sigara içilmeyen bölümde kocaman bir Küba purosu içmek istiyorum.” Görüldüğü gibi burada asilerin lideri ilginç bir şekilde özgürlüğü yemek kültürü üzerinden tanımlamakta, sağlıklı ve sağlıksız arasında düzenin kurduğu söylemi tersine çevirip istediğini yiyebilmek, istediği gibi küfür edebilmek, yalnızca kendini ilgilendiren konularda söz sahibi olabilmek arzusunu dile getirmektedir. Aslında buradaki isyan, düzenin her şeyi öngörülebilir kılmasına karşıdır. Zira asiler ancak öngörülmeyen şeyler yiyip öngörülmeyen sözler sarf ederecek bu mutlak belirlenmişliğin dışına çıkabileceklerdir. Aksi halde onları, insanların fonksyonlarına göre şartlandırıldığı, herkesin tek lokanta olan Pizza Hut’ın standart yemeklerinden yemek durumunda kaldığı, her türlü kirden ve suçtan arındırılmış, bağışıklık sistemi yok edilmiş ve hem cinsel hem de siyasi anlamda iktidarsızlaştırılmış bir gelecek beklemektedir.
Wachowski kardeşlerin ilki 1999 yılında ikinci ve üçüncüsü 2003 yılında gösterime giren ve tüm dünyada büyük yankı uyandıran Matrix üçlemesi de bu izleği takip etmektedir. Makinelerin kurduğu sistemdeki yazılım, insanlar için her türlü yeme içme zevkini ve sınırsız hazzı simüle edebilmektedir. Matrix’in içinde kimsenin açlık hissetmesi söz konusu değildir. Buna karşı çıkan asiler ise ‘gerçek’ dünyada ancak onu da zar zor buldukları tatsız tuzsuz bir tür lapa ile beslenebilmekte sık sık da açlık ve kıtlıkla başa çıkmak zorunda kalmaktadır. Makinelere boyun eğip güvenli bir toplumda sonsuz hazzı tatmak ile isyan edip öngörülemeyen bir geleceğe kapı aralamak mavi ve kırmızı haplar arasında yapılacak bir ‘tercih’tir artık ve filmde de görüldüğü gibi birçokları zor kullanarak veya fiziksel baskı ile değil, toplumsal şartlandırma ile Matrix’in simülasyon dünyasını kendi elleriyle seçebilmektedir. Görüldüğü gibi, aç bırakmak, düzenin bireyleri şartlandırmak için başvurduğu etkin bir tehdit halini almıştır. Sistem, adeta “ya bana uy ya da açta, açıkta kalır, kurda kuşa yem olursun” demekte ve bu tehdidin ardından itaat ve isyan arasındaki tercihi de güya bireylerin özgür iradesine bırakmaktadır. Aslında Matrix, bir yandan toplumsal şartlandırmanın ulaştığı boyutları ve diğer yandan da liberal batı toplumlarının bireye ve özgür iradeye atfettikleri imkaların bugün ulaştığı içler acısı hali çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Distopik Bilimkurgunun Gücü
Bilimkurguda yemek kültürünün nasıl temsil edildiğini incelemeye çalıştırken, yeme-içmenin nasıl hep bir açlık ve kıtlıkla başa çıkma meselesi üzerinden sorunsallaştırıldığına değindik ve doğanın, nüfusun ve bedenlerin denetimini öngören bu söylemin tarafsız olmadığını göstermeye çalıştık. 50 ve 60’ların hardcore olarak adlandırılan bilimkurgu akımı bu türden bir denetim fikrinin olumlu ve iyi olduğunu düşünen tarafta yer alıyordu. Oysa 70’lerde yükselen toplumsal eleştiriden de beslenen bilimkurgudaki ‘Yeni Dalga’ akımı, denetim kültürünü bir tür tahakkümün ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının bir aracı olarak tanımlıyor, böylesi bir söylemin olumsuz taraflarını gözler önüne seriyordu. Böylece hep beraber 50 ve 60’larda ütopik bir havayla bizlere sunulan doğanın kontrol edilebilirliği olgusunun nasıl da 70’lerden sonra disütopik anlatıların bir parçasına dönüştüğüne şahit olduk. Gerçekten de bugün içinde yaşadığımız dünyada tahakküm, kaba fiziksel baskı veya açıkça uygulanan sansür ile değil bir özgürleştirme ve teknolojiseverlik söylemi altında şekillenen toplumsal şartlandırmalar aracılığı ile kurulmakta. İyinin ve kötünün, sağlıklı ve sağlıksızın, lezzetli ve lezzetsizin, değerli ve değersizin tanımını yapıp dayatan söylem düzeni, yeme-içme alışkanlıklarımızı belirlediği gibi, bizleri isyan etmemiz durumunda aç ve açıkta kalmakla de tehdit etmekte. Yüksek teknoloji bu denetim ağının oluşturulması ve davranışların öngörülmesinde etkin bir araç olarak kullanılmakta ve çağımız insanı her geçen gün biraz daha öngörülebilir olanın sınırlarına hapsedilmekte. İşte böylesi koşullar altında, gerek edebiyat gerekse sinemada bilimkurgu, bizlere içinde yaşadığımız bu düzenin burnumuzun ucunda olup da göremediğimiz tahakkümcü boyutunu gösterdiği için çok anlamlıdır. Bu bakış açısından hareketle özellikle distopik bilimkurgu bugün, halihazırdaki statükoyu yadırgatan etkin bir siyasi eleştiri aracı olarak değerlendirilebilir.

Bibliyografya
-Adams, Douglas; Otostopçunun Galaksi Rehberi, çev: Nil Alt & İrem Kutluk, Kabalcı Yayınevi, 2005
-Asimov, Isaac; Jüpiteri Satıyorum, çev: Gönül Suveren, Altın Kitaplar, 1993, İstanbul
-LeGuin, Ursula; Mülksüzler, çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yayınları, 1990 İstanbul (orjinal basım: 1974)
-LeGuin, Ursula; Bilimkurgu ve Gelecek, Davetsiz Misafir Dergisi, İlkbahar2003
-Lem, Stanislaw; Solaris, çev: Mehmet Aközer, İletişim Yayınları, 1990 (orjinal basım: 1961)
-Huxley, Aldous; Ada, çev: Seniha Akar, Ayrıntı Yayınları, 1999 (orjinal basım: 1962)
-Huxley, Aldous; Cesur Yeni Dünya, çev: Ümit Tosun, İthaki Yayınları, 1999 (orjinal basım: 1932)
-Orwell, George; Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, çev: Nuran Akören, Can Yayınları, 1984, (orjinal basım: 1949)
-Dick, Philip K; Albemuth Özgür Radyosu, çev: Hakan Aytutucu, Altıkırkbeş Yayınları, 2001 (orjinal basım: 1985)
-Escobar, Artuo, The Problematization of Poverty: The Tale of Three Worlds and Development, in Encountering Development. The Making and Unmaking of the Third World, 1995
-Pohl, Frederik; Pısırıklar Çağı, çev: Mehmet Moralı, Metis Yayınları, 1988, (orjinal basımı: 1969)
-Brambilla, Marco; Demolition Man, 1993
-Wachowski Brothers; The Matrix, 1999-2003

Yemek Kültürünün Bilimkurgudaki Temsilleri” üzerine 2 yorum

  1. Merhabalar, türk edebiyatında bilimkurgu üzerine akademik bir çalışma yapmaya karar verince sizlerle ve sitenizle karşılaştım. Araştırmalarınız ve katkılarınız takdiri hak ediyor. eğer benimle iletişime geçerseniz kaynakça konusunda sizlere sormak istediğim birkaç sorum olacak. teşekkür ederim.

Yorum bırakın