Altyazı ve Davetsiz Misafir Dergileri’nin çarpışmaları sonucunda zuhur eden iş bu köşeye, adı Crash (Çarpışma) olan iki filmi, David Cronenberg’in 1996 yapımı Crash’i ile 2004 yapımı, yönetmenliğini Paul Haggis’in yaptığı ve 2005’in en iyi film dalında Oscar’ını alan Crash’ini karşılaştıran ve bir arada değerlendiren kısa bir deneme ile başlamak istedik. Zira içinde bulunduğumuz çağda çarpışmalar, karşılaşmalar, etkileşimler sıklaşmıştı ve Altyazı ve davetsiz misafir gibi iki farklı derginin aynı içerikte buluşması gibi bazen iki farklı içerikli filmin de aynı isimde buluşması söz konusu olabiliyordu.
Birbirlerinden oldukça farklı sorunları konu edinen bu isimleri aynı, niyetleri farklı iki film ilk bakışta bizleri fazlasıyla etkilemiş olmaları dışında bir ortak yan barındırmıyorlardı.
Cronenberg’in Crash’i, olası bir şimdide, otomobillerin çarpıştığı, sonrasında insan bedeninin metal ile birleşip siborglaştığı, cinselliğin de işte bu insan-makine melezleri arasında gerçekleşen seks üzerinden yeniden tanımlandığı bir evrende geçiyordu. Denetimci toplum düzeni tarafından davranışları kontrol edilebilir ve dolayısıyla öngörülebilir hale gelen, tekdüze ve fazlasıyla sıkıcı bir yaşam sürdürmek zorunda kalan yeni milenyumun insanlarının şiddete ve sapkınlığa doğru kaçınılmaz yönelişini ele alan çağımızın yaşayan en önemli bilimkurgu yazarlarından J.G.Ballard’ın romanından uyarlanan Cronenberg’in Crash’i, bugüne kadar bildiğimiz anlamdaki bir cinsellikten tatmin olmayan ve yeni arayışların peşinden koşan insanları konu ediniyordu. Filmin kahramanı Vaughan’ın (Elias Coteas) gözünde trafik kazaları bir sınır tecrübesiydi. Bu tecrübe teknolojiyle bütünleşen yeni bir insan bedenini, yeni bir fetişi ve arzu nesnesini vaad ediyordu. Ne var ki, çağımızın batılı orta sınıfları yine de çemberini kıramayacak, kadın, erkek ve otomobil arasındaki bu uygunsuz cinsel birliktelik, iktidarsızlığa ve tatminsizliğe çare olamayacaktı. Filmin oldukça karamsar bir okuması böyleydi.
Paul Haggis’in Crash’i ise zaman olarak bugünü, mekan olarak da günümüzün en kozmopolit şehirlerinden biri olan Los Angeles’ı seçmişti kendisine. Küresel dolaşım, uluslararası göç ve insan ticaretinin günden güne biraz daha hızlandığı bir çağda, Siyahların, Asyalıların, Latin Amerikalıların, İranlıların ve Beyaz Anglosakson Amerikalıların buluştuğu, karşılaştığı ve isteseler de istemeseler de arada bir çarpıştığı bir şehirde meydana gelen, bir zamanlar için uygunsuz ama bugün için kaçınılmaz birliktelikler, çatışmalar ve uzlaşmaları konu ediniyordu Crash. Polis memuru Ryan (Matt Dillon) gibi istediğiniz kadar ırkçı olsanız da böylesi bir şehirde siyah bir kadının hayatını kurtarmak için hayatınızı ortaya koyabilirdiniz veya istediğiniz kadar ırkçılık karşıtı olsanız da bir siyahı sterotipleştirmekten kaçınamayıp onu sırf siyah diye suçlu olarak varsayarak yok yere hayatından edebilirdiniz. Etkileşimin bu denli yaygınlaştığı bir çağda farklı olanla, ötekiyle, artık kaçınılmaz olarak karşı karşıyayız, dolayısıyla artık birbirinden keskin sınırlarla ayrılan kimlikler ve kategoriler çerçevesinde düşünerek ve hareket ederek bugünü anlamak ve yaşamak mümkün değildir. Böylesi kategoriler üzerine inşa edilmiş katı bir ırkçılık da artık sökmemektedir. Yine de ırkçı refleksler, farklılıkla karşı karşıya kalındığında bir reaksiyon olarak kolaylıkla ortaya çıkabilmektedir. Kısacası çağımızda farklı olanla karşılaşmak sancılı ama kaçınılmaz bir süreçtir. Haggis’in Crash’inin gösterdiği de bu olsa gerektir.
Peki nedir bu iki filmi birleştiren? Bir kere her iki film de insanları aynılaştıran, sınıflandırıp denetim altına alan yeni milenyumun kapitalist ve ırkçı iktidarlarına karşı bir alternatifin, bir çıkışın izini süren tepkileri yansıtmaktadırlar. Cronenberg’in Crash’inde teknoloji aracılığıyla etkinliğini artıran denetim mekanizmalarının tektipleştiriciliğine, bizleri birbirinin aynısı yaşamlara mahkum eden anlayışına karşı bir tepki olarak teknoloji ile çarpışan, teknolojiyi bu sefer bir zırh gibi giyinen ve farklılaşan yeni bir insan karşımıza çıkmaktadır. Haggis’in Crash’inde de ırkçılığın, bizleri ‘aynı’ olanın kategorisine hapseden tahakkümüne karşı, farklı kültürlerle çarpışmanın, onlarla etkileşime geçmenin ürettiği, tanımsız, kimliksiz, arada kalmış yeni insanlar göze çarpmaktadır. 21. yüzyılın bedeni artık ne sadece et ne de sadece metalden oluşmaktadır, 21. yüzyılın insanı artık ne biyolojik bir canlıdır ne de mekanik bir otomat, o artık ne beyazdır ne de siyah, ne asyalıdır ne de latin. Hem hepsi, hem de hiçbiridir. Aslında arada bir yerlerdedir. Teknolojiyle çarpışmakta, farklı kültürlerle çarpışmakta, bozunmakta ve yeniden oluşmaktadır. Akışkan, geçişken, sürekli değişen bir insandır bu. Hem Cronenberg’in hem de Haggis’in Crash filmleri işte bu yeni insanın çarpışmalarına, çırpınmalarına, sancılarına, tepkilerine, çıkış arayışlarına sahne olmaktadır.
Bu filmler aynı zamanda, modernizmin rasyonel, kendinden menkul, karakteri sabit ve tutarlı, pür-i pak insanının da artık var olmadığını (daha doğrusu insana dair bu türden bir varsayımın artık geçerli olmadığını) gözler önüne sermektedir. Cronenberg’in Crash’indeki Vaughan tüm sapkınlığına karşın yeni bir arzu ve ahlak arayışının peşinden koşan bir aziz olarak karşımıza çıkar. Haggis’in Crash’indeki dedektif Graham (Don Cheadle) ise tüm dürüst, tutarlı, işbilir yer yer kibirli aziziliğine karşın annesini ve kardeşini ihmal eden, siyasi tehditlere boyun eğip tespit ettiği suçun üstünü yalanla örten sinik ve pişmanlıklar içinde bir karakterdir bir yandan da. Dolayısıyla bu filmlerde karşımıza çıkan yeni başkahramanlar geçmişin ahlaki karakter katogilerine de meydan okumaktadır. Hiç kimse temiz, hiç kimse tam olarak dengeli değildir. Keza yine hiç kimse mutlak olarak suçlu, kötü, dengesiz ve deli de değildir. Ancak arada bir yerdedir.
Gerek konuları gerek karakterleriyle her iki Crash filmi de bizi insan olanın tanımını yeniden yapmaya zorluyorlar. Her iki filmin yaptıkları en önemi ortak iş bu belki de. Bunu, insanı teknolojiden, başka canlılardan ve başka kültürlerden dışlayarak mutlaklaştıran ve insan olanın ne olduğunu öyle tanımlayan kategorilere saldırarak yapıyorlar. Teknolojiyle ve farklı kültürlerden insanlarla sürekli, durmadan ve gitgide daha da sıklıkla çarpıştığımız bir çağda her iki film de bizlere insanın aslında arada kalmış bir canlı olduğunu söylüyorlar. Hem ırksal, hem bedensel, hem de ahlaki olarak aradalığımızı, mükemmel, mutlak ve kalıcı olmadığımızı vurguluyorlar. Hem zaten insan dediğimiz gerçekte doğum ve ölümün arasında son derece geçici bir varoluştan ibaret değil mi? Çarpışma belki de ölüme meydan okurcasına saatte iki yüz kilometre hızla Los Angeles’a doğru otoyolda giderken gerçekleşiyor. Tüm sapkınlığıyla arabada sevişen Vaughan, otoyol girişinde kardeşinin cesedine pişmanlıkla bakan siyah dedektif Graham’a çarpıyor. Her şey iki üç saniyelik bir çarpışmadan ibaret. Ve film böylece bitiyor…