Dogville: İtkasabasında Davetsiz Bir Misafir

Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.
Thedor Adorno, Minimia Moralia

Mafyanın adamlarından kaçan genç, güzel ve varlıklı Grace’in (Nicole Kidman), Kuzey Amerika’nın kendi halinde, küçük Dogville kasabasına sığınmasıyla başlıyor Lars von Trier’in Amerika Üçlemesi’nin ilk filmi. Nezaket, zerafet ve merhamet anlamına gelen Grace’i Dogville’de ilk karşılayan kasabaya ismini veren köpek Moses (Musa) oluyor. Ardından kasabanın sözde filozofu Tom’la tanışıyor Grace. Tom mafyanın adamlarına yalan söyleyerek madende saklanan Grace’i kurtarıyor ve çok geçmeden Grace, diğer kurtarıcılarıyla yani Dogville sakinleriyle tanışıyor. Bu vakitten sonra film, bir soruna dönüşen, kurtarılışın bedelinin kurtarıcılara, davetsiz bir misafir olarak kasabaya gelen Grace’in borcunu, onu bağrına basan(!) kasaba halkına nasıl ödeyeceği üzerine tartışmalarla devam ediyor. Böylece ahlak felsefesinin sınırlarını zorlayan ve insan ruhunun karanlıklarında gezinen bir film olarak devam ediyor Dogville…
Okumaya devam et

Bombaların sağanağında, yüz yıl sürmesi bile şüpheli yeni bir bin yıla dair!…

Kestane ağacı barında sıradan bir günün sıradan bir akşam üzeriydi. Winston, her zaman yaptığı gibi, masaların etrafında toplanmış sıradan insanların, büyük bir gürültüyle sıradan içkilerini yudumlamalarını boş bakışlarla takip ediyordu. İçerideki radyodan hayal meyal yankılanan o çok sevdiği büyülü melodiye kulak kabarttı: “Kestane ağacının altında ben seni sattım sen de beni…” Birden, kulaklara çok tanıdık gelen sıradan siren sesleri müziği bastırdı. İki dakikalık nefret anının başlayacağını duyuran siren sesleriydi bunlar. Ve ülkedeki tüm tele-ekranlar gibi kestane ağacının altındaki tele-ekran da yayına geçti. Görüntüler iki yüksek kuleye çarpan iki yolcu uçağına aitti. Nedense son yıllarda hep bu görüntüleri gösteriyorlardı. Kuleler ardı ardına yerle bir olurken bu sahne başarılı bir geçiş efektiyle yerini sakallı ve şalvarlı bir adamın görüntüsü bıraktı. Sokaktan çığlıklar ve nefret haykırışları gelmeye başlamıştı bile. Birkaç kişinin var gücüyle “Vahşilere ölüm!” diye bağırdığını duydu Winston. Sonra barın içindekilerle beraber o da bu nefret anına kaptırdı kendini bilinçsizce. İki dakikalık korku ve histeri nöbetinin ardından, ekranın diğer yarısında beliren Büyük Birader’in huzur veren yüzü, izleyenleri sakinleştirdi ve tanıdık dudakları kıpırdamaya, bitmeyen bir sloganı gevelemeye başladı:
“Sınırsız özgürlük için teröre karşı savaş!
İnsan hakları, küresel adalet, vahşilere lanet!…”
İşte tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu ve zaman durdu.
……
……
Winston, son yirmi yıldır varoluşuyla özdeşleştirdiği barın ortasındaki dev kestane ağacının, daha sonra ağır çekim bir film gibi hatırlayacağı, yerinden kopuşuna, havaya fırlayışına ve şarapnel gibi paramparça olup dört bir yana savruluşuna tanık oldu. Neden sonra, kendine geldiğinde, yıkılmış bir duvarın üstündeki eğrilmiş tele-ekranda, kopmuş kollar ve bacakların arasından kendisine sırıtan Büyük Birader’in hafif çarpılmış yüzüyle göz göze gelecekti. Homurtuyla hırıltı arasında bir sesle, “sınırsız barış, küresel savaş!” diye tekrarlıyordu Büyük Birader “ve elbette sınırsız savaş, küresel barış!”
Winston’ın bakışları önündeki kağıt üzerinde sabitlenmişti. Transtan çıkıp da o şok anında şuursuca arda arda karaladığı cümlelere şaşkınlıkla baktı.
KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER!
KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER!
KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER!
Rahatsız edeci bir deja vu hissi zihnini şöyle bir yoklayıp geçti. Titreyen parmakları buz kesmişti. 101 numaralı odadan çıktığından beri ilk defa bu kadar üşüdüğünü hissetti, 1984’ten beri ilk defa bu kadar soğuk…. Öyle bir ürpermeydi ki, sanki, sanki bundan yirmi yıl önce kıyamet kopmuş gibi bir his, sanki yıllardır tabuttaymış gibi bir his, sanki, aman Tanrım çok üşüyordu!…

* * *

Logos’un Katliamı

Ajdar Anık –şarkı söyler-
nane nane nane nan na na nane,
nane nane nane nan na na nane,
nane şekeri, bu ne bahane
şahaneyim ben bundan sana ne…

Ajdar Anık – şimdi nane şekerinin nanesinden ilk harfi atın…
(sessizlik)
Ajdar Anık – ilk harfi atın…
Esra Ceyhan – ilk harfi mi atalım?
Ajdar Anık – evet. atın onu.
Esra Ceyhan – atalım mı? yani ilk harfi atalım mı?
Ajdar Anık – evet atın. ne çıkıyor ortaya? ane. yani anne. en mübarek en kutsal şey.
Esra Ceyhan – ajdar, anne değil ane oluyor öyle olunca…
Ajdar Anık – evet annemiz tatlıdır tıpkı nane şekeri gibi. onun için…
Esra Ceyhan – ama bir n eksik orada…

Bombaların sağanağında yaşamaya alıştık. Sadece teröristlerin bombalarıyla değil, medyanın haber bombardımanıyla, anlamı ve ‘neden’i havaya uçuran enformasyon bombardımanıyla, reklamların, modanın ve popüler kültürün, kimlikleri paramparça eden imaj bombardımanıyla yaşamaya alıştık. Neden yaşamaya devam ettiğimiz sorusunu sormaya ihtiyaç duymadan yaşamaya alıştık…

Nietzsche, Tanrı’nın öldüğünü, ilk defa bu kadar açık, doğrudan ve kaçamaksız bir biçimde söze dökendi. Tanrı ölmüştü ve beraberinde, ‘mutlak doğru’yu da ötedünyaya sürüklemişti. Böylece bütün dinlerle beraber Sokrates’ten ve Platon’dan bugüne nesnel doğruları ve erdemi temsil ettiğini düşünen tüm rasyonel felsefe okullarının, evrensel ahlak ilkelerinin, pozitivist bilimin ve aydınlanmanın sonu ilan edilmiş oluyordu. Evrensel, mutlak ve nesnel olan ne varsa sadece öznel bir kurgudan ibaretti. Bundan sonra bireyler olarak, tüm acizliğimize karşın varoluşumuza dair sorulara artık kendi başımıza cevap bulmak; kendi ellerimizle, el birliğiyle öldürdüğümüz Tanrı’nın yerine, bizi zar zor taşıyan titrek ve zayıf iki bacağımızın üstünde durmaya çalışarak kendi kendimizin Tanrısı olmak zorundaydık. Böylece, yaklaşık yüz yıl kadar önce şu iki sözcükten ibaret kışkırtıcı ve cüretkâr “Tanrı Öldü” cümlesiyle Logos’u katleden bombaların fitili ateşlenmiş oldu.
Peki, erdemi ve ahlakı, iyiyi ve doğruyu, bunların birer kurgu olduğunu bile bile, nasıl yeniden tanımlayacaktık? Peki ya varoluşumuzu, anlamsızlığını bile bile, nasıl yeniden anlamlandıracaktık? İşte yüzyıldır sorulan bu sorular; modern insanı, melankolik bir hüzne ve mutlak inançsızlığın paradoksuna mahkum ettiler.
Okumaya devam et

Yaşar Çabuklu ile Söyleşi

6 Aralık 2003’te Yaşar Çabuklu ile modernizmin ve postmodernizmin paradigmaları arasındaki farklar, küreselleşme ve kapitalist küreselleşme karşıtlığı, dünya çapında 60’lar ve 80’lerde gerçekleşen dönüşümler ve Türkiye’nin bu dönüşümler karşısındaki konumu, muhalefetin hala imkanlı olup olmadığı, bu bağlamda yeni muhalefetin kendini nasıl konumlandırabileceği ve son olarak da geleceğe dair umut ve umutsuzluk üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Şimdi birçok noktada yeni açılımlar sunan bu söyleşiyi aktarıyoruz…

Davetsiz Misafir: Yazılarınızda hep bir işin içinden çıkılmazlık hakim. Gitgide daha da sarpa sarıyor ama sonunda hep umut veren bir cümleyle kapanıyor. Bu benim hep dikkatimi çekti. Okuduğumuz bütün yazılarınızda az çok bu var.
İlerleyen zaman içerisinde kendi yazdığınız yazıları yadsıdığınız da oluyor. Bir zamanlar bir çıkış noktası olarak gördüğünüz şeylerin artık bir çıkış olmadığını ifade ettiğiniz yazılar var. Mesela son olarak okuduğum “Kötülüğün Sıradanlaşması” başlıklı denemenizde de bu vardı. Yazınızda da belirttiğiniz gibi bir zamanlar sistem tarafından kötü olarak varsayılan ve korkulan işçiler ve kadınlar gibi gruplar, bir süre sonra sisteme entegre oluyorlar. Keza, muhalif olan farklı etnik ve cinsel kimlikler de bir süre sonra sistemin bir parçası haline geliyorlar. Ama yine de yazının sonunda şöyle bir tanım yapıyorsunuz: Bu sefer de göçmenlerin, varoşlarda yaşayanların ve üçüncü dünya ülkelerinin halklarının sistem tarafından bir tehdit olarak görüldüklerini, kötü olarak tanımlandıklarını ve dolayısıyla değişim potansiyelini onların taşıdığını vurguluyor ve böylece yine bir çıkış önerisiyle ve bir umutla yazınızı sonlandırıyorsunuz.
Yaşar Çabuklu: Evet, onlar sistem tarafından kötü olarak adlandırılıyorlar, bir ötekilik söylemi yaratılıyor. Öteki kötülükle özdeşleştiriliyor. Moderlikte bu çok net zaten. Modernite hep ikili karşıtlıklara dayanıyor. Postmodernlikte de bu bir dönem yumuşuyor. Seksenlerde karşılıklı etkileşim, kültürel çeşitlilik ve ötekine saygı gibi temalar hakim. Daha sonra 90’larda, Avrupa’da göçmen karşıtı politikalar net bir şekilde başlıyor. 11 Eylül’den sonra bu çok daha net bir biçimde oluyor.
Okumaya devam et

"Matrix'in Mesajı Neydi?" Paneli

19 Kasım 2003 tarihinde, Matrix serisinin üçüncü filmin gösteriminin ardından, Matrix’i bir bütün olarak değerlendirmek amacıyla, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde “Matrix’in Mesajı Ne?” başlıklı bir söyleşi düzenledik. Söyleşiye konuşmacı olarak felsefe bölümü hocalarından İlhan İnan, dergimiz yazarlarından Murat Güney, Sinema.Com sitesinden Enis Küçüktepepınar ve yayımcı Halil Gökhan katıldılar. Yüzden fazla izleyicinin ilgiyle takip ettiği ve yoğun biçimde katıldığı bu keyifli söyleşiyi aktarıyoruz…
Okumaya devam et

Küflenmiş Gerçekliğin Son Sahnesi: Matrix Devrimleri

Matrix serisinin ilk filmi 1999’da sinemalarda vizyona girdiğinden bu yana aradan dört yıl geçti. İkinci filmin gösterildiği ve üçüncü filme dair spekülasyonların özellikle son aylarda ayyuka çıktığı bu dört yıl içinde filmin evreni, hayranları ve eleştirmenlerinin ötesine taşarak daha önce hiç bilimkurguyla ilgilenmemiş sinema izleyicisinden günlük gazetelerin köşe yazarlarına, dini cemaatlerden felsefe topluluklarına değin yayılarak bir hayli genişledi. Böylece bugün, Matrix, sinema tarihinde çok az sayıda filme nasip olan, kült filmler kategorisinde tartışmasız sağlam bir yer edinmiş oldu. Peki neydi Matrix’i döneminin tüm diğer filmlerden ayırarak baş köşeye yerleştiren?
İlk bakışta Matrix filmlerinin içeriğinin ve gündeme getirdiği tartışmaların çok da yeni, çok da özgün olmadığı söylenebilir. Filmin beslendiği kaynakların başında gelen siberpunk akımı ve Japon anime filmleri henüz 80’lerin başında ortaya çıkmış; sanal gerçeklik ve yapay zeka temalarını merkezine alan son derece nitelikli ve derinlikli iki film, Blade Runner (1982 tarihli filmin “yönetmenin kurgusu” versiyonu 1992 yılında piyasaya sürülmüştü) ve Dark City (1998) ise 90’ların gündeminde yer etmişti. Ne var ki, gerek siberpunkın gerekse adı geçen bu filmlerin, kendi hayran kitleleri, geleneksel bilimkurgu takipçileri ve bir grup düşünür dışında yankı uyandırdığını söylemek güçtü.
Okumaya devam et

Hatalı Kopyalar ya da Üçüncü Dünya: bir elektrik kesintisinin düşündürdükleri…

Giriş:
Davetsiz Misafir’in yaz sayısındaki denememde, Matrix filminin metaforlarından yararlanarak bugün içinde yaşadığımız dünyayı tasvir etmeye çalışmıştım. Yazının ana ekseninde Matrix filminin bulunmasında, filmin çağını çok iyi yansıttığı düşüncesine olan inancım olduğu gibi, çağımızın dünyasının, gerçekliğin çöle dönüştüğü bir matrixi andırması da rol oynamış olmalı. Eh, gerçekliğin seyirlik görüntüler ve imajlar toplamından ibaret hale geldiği bir dünyada, sinemanın ışıltılı perdesinden yansıyan görüntülerin gerçekten daha gerçek yani hipergerçek olarak algılanmasına ve tam da bu nedenle bizleri böylesi cezbetmesine şaşmamalı. İşte bu noktada akıllara takılası şu malum soruyu; gözlerimizin içine baka baka, “hepiniz bir simülasyon içinde yaşayan beş voltluk pillersiniz” deyip bizleri evlerimize gönderen bir filmin, bu simülasyonun neresinde durduğu sorusunu, bir başka dergideki bir başka yazıya bırakıp, (bkz. Altyazı Dergisi, Kasım Sayısı, “Küflenmiş Gerçekliğin Son Sahnesi, Matrix Devrimleri”) ilgimi ve dolayısıyla ilginizi başka bir noktaya çekmek istiyorum: Matrix’in ve simülasyonun dünyası ile genelde üçüncü dünya, özelde ise yaşadığımız topraklar arasındaki büyük uçuruma. Evet, geçen yazımda, Türkiye’nin 80’lerde başlayan dönüşümlerin ardından 90’ların sonlarına doğru nasıl da simülasyona kıyısından eklemlendiğini iddia etmiştim. Bu iddiam, az sonra değineceğim çoğu nokta için bâkidir. Ancak, bir nokta var ki, bu hem “Matrix ve Dünyayı Kurtaran Adamların Sonu” başlıklı yazımının sonuna şu an okuduğunuz yazının başlığını atarak açık bir kapı bırakmama, hem de okuyuculardan eleştiriler alarak bu tartışmanın sürdürülür kılınmasına yaramıştır. Evet, az çok tahmin edeceğiniz gibi, tartışma konusu düzenin aşırı rasyonelleşmesi olgusudur. Batılı toplumların, Matrix’in ve simülasyon düzeninin temel taşlarından biri olan aşırı rasyonelleşmeye, buralarda hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Bırakın aşırısını, yakın çevremizde rasyonellikten dahi söz etmek güçtür. Belki de, Matrix adlı uçurumun kıyısında sallanıp duran bizlerin, düşmemek için tutunduğumuz yegâne şey bir tutam irrasyonelite otudur! Bu yazının temel iddiası bu olacaktır…

Simülasyon düzeni…
Şimdi hem bahsi geçen tartışmadan bihaber olanları haberdar etmek, hem de “simülasyon düzeni” ve “Türkiye simülasyonun kıyısında duruyor” derken ne kast ettiğimi açıklamak için, 80 sonrasında yaşanan toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümlere dair hala bâki olan değinmelerimi özetlemek istiyorum.
80’ler tüm dünyada olduğu gibi bir özgürlük, bir bireyselleşme vaadiyle beraber başlamıştı. Farklı kültürlerin, farklı kimliklerin, o ana dek bastırılmış, yok farz edilmiş azınlıkların yeniden keşfedildiği, o zamana kadar susturulanların artık sınırsızca konuşmaya teşvik edildiği, globalleşmenin çok kültürlü, çok uluslu doğasının dört bir yana ışık hızıyla yayıldığı bu dönemler birçoklarınca, özgürlüğün ve demokrasinin çağı olarak coşkuyla kutsandı. Oysa liberalizmin bu sınırsız özgürlük vaadi aslında büyük bir kapana kısılmışlığın gizlenmesinden başka bir şey değildi. Baudrillard, hep beklenen devrimin bu dönemlerde aslında sessiz sedasız bir şekilde gerçekleştiğini, bir zamanlar özgürlük ve eşitlik adına talep edilen ne varsa bugün sistem tarafından fazlasıyla karşılandığını ifade edecekti. Cinsel, dinsel, etnik, sınıfsal veya ideolojik her türden kimliğin hem her şey olma hem de hiçbir şey olmama anlamında ortadan kalktığı, kültürel çeşitliliğin ancak reklamlarda yansımasını bulduğu, cinsiyetlerin birbirinden farksızlaşıp, politikanın içeriğini yitirerek bir simülasyona dönüştüğü, ticari mallardan öte, duyguların, acının, öfkenin, sevincin ve hatta ölümün seyirlik bir görüntü, tüketilesi bir imaj haline geldiği böyle bir dünyada özgürlük ancak tüketme özgürlüğünden ibaret olabilirdi. Yaşar Çabuklu’nun bir yazısında vurguladığı gibi:
“Eski kapitalist toplumdan farklı olarak postmodern toplum yaşamı olumsuzlama, bedeni hor görme, çilecilik, katillik, ciddiyet, içgüdülerin bastırılması, kendini adama, aile, heteroseksüellik gibi konumları kategorik olarak desteklemiyor. Hatta tersine ‘bedenin dışa açılması’ politikası çerçevesinde gülmeyi, eğlenceyi, festivalleri, farklı cinsellikleri, tek başına yaşamayı tüketimsel çoğulculuğun birer parçası olarak değerlendirip onaylıyor.” (Y. Çabuklu, Nietzscheci Anarşizmin Düşündürdükleri, Virgül Dergisi)
Okumaya devam et

Bilimkurgunun Türkiye Durumu Söyleşisi

Bu seneki ana teması, Robotlar ve Uzay teknolojileri olarak belirlenen 72. İzmir Enternasyonel Fuarı’nda yer alan “Sinema Burada” etkinlikleri kapsamında bilimkurguya da geniş yer ayrıldı. Bilimkurgu filmlerin gösterildiği ve bilimkurguyla ilgili bir serginin gerçekleştiği etkinlikler sırasında bir de “Bilimkurgunun Türkiye Durumu” başlığıyla panel düzenlendi. Panele Oğuz Makal, Mehmet Açar, Murat Güney, Şükran ve Doğu Yücel konuşmacı olarak katıldılar. 7 Eylül 2003 tarihinde İzmir’de gerçekleşen ve hem konuşmacı hem de izleyici olarak katıldığımız bu söyleşiyi aktarıyoruz.

Oğuz Makal: Hepiniz hoş geldiniz. Bu seneki “sinema burada” etkinliklerinin teması bilimkurgu olduğu için programda da gördüğünüz gibi toplam 23 film gösterimi yapıyoruz. Tabii bu buluşma kapsamında bir panel düzenleme ve bir soru sorma gereğini duyduk. Panelin başlığı da o yüzden “Bilimkurgunun Türkiye Durumu” oldu. Gerçekten neredeyiz, neler yapılabilir, biz bu kulvarı kendimize özgü açabilir miyiz? Bu gibi ya da daha provakatif sorular sorulabilir. Önce konuklarımızı tanıtayım. Doğu Yücel, çoğunuz tanıyor ama genç kuşağın hem yetenekli hem de çarpıcı öykücü ve romancısı. Son kitabı “Hayalet Kitap” biliyorsunuz “Okul” adıyla film oluyor. Şükran Yücel, bu festivalin aynı zamanda danışmanı, öyküleri, çevirileri ve oyunları ile tanıyoruz. Mehmet Açar, “Sinema Dergisi” genel yayın yönetmeni aynı zamanda roman ve eleştiri yazarı. Engin Ayça, çok uzun yıllar televizyonda çalıştıktan sonra bağımsız olarak filmler çekti, çeviriler yaptı, eleştiriler yazdı, bir dönemin efsane dergilerinden birisi olan “Yayın Sanat”ı yayınladı ve halen çalışmalarını sürdürüyor. Murat Güney, Boğaziçi Üniversitesi Bilimkurgu Komisyonu üyesi, ben de kendisiyle “Davetsiz Misafir Dergisi” sayesinde tanıştım. Derginin birinci sayısını okuduğum zaman çok beğendim. Hatta birinci sayıda Bülent Somay'la yapılan bir söyleşi ve -az önce konuştuk- Murat'ın da ona bir cevabı vardı. Ben az sonra kendisi, o söyleşiyi ve yanıtı yorumlayacaktır diye düşünüyorum. Bugün İstanbul'a uçağı var o yüzden sözü ilk olarak Mehmet Açar'a vermek istiyorum. Mehmet, bilimkurgunun Türkiye durumu nedir? Biz nereliyiz ve ne yapmalıyız ve buradan bir karşılaştırma yapacak olursak, Matrix'ten Terminatör'e kadar filmler çekiliyor bizde ise yapıla yapıla mizahi bir eser olan “Gora” adında bir film çekiliyor. Sen nasıl yaklaşıyorsun bu duruma?
Okumaya devam et

Deniz Feneri

Kim bilir ne kadar zamandır yürüyorum. Belki haftalar, belki günler belki de saatler oldu, bilmiyorum biraz yorgunum üstelik. Ama her nasılsa bacaklarım bedenimi hala taşıyor. Uçsuz bucaksız kum yığının içinde salına salına ağır aksak ilerlerken güneşin sahte ışıkları bedenimi aydınlatmakla yetiniyor. Denizden esen soğuk rüzgar da cabası. Serin yel, terden yapış yapış olmuş tenimi okşarken, hasta olmasam bari diyorum kendi kendime. Bacaklarıma itaat ediyorum, yürümeye devam ediyorum…
Galiba çok uzaklardan şu yalnız ve mahsun deniz fenerini gördüğüm gün başlamıştım böyle heyecanla yürümeye. Sahi, ne zaman dikkatimi çekmişti o fener? Hatırlamıyorum. Ama onu daha ilk gördüğümde beni kendine esir etmişti, nasıl bir arzuydu bu tarif edemem. Belki merak, belki de özlem diyebiliriz buna, hani küçükken okuduğum masallardan birinde geçen deniz fenerindeki ihtiyarla sohbet etme, o masaldaki küçük haylaz çocuk olma, çocukluğuma dönme özlemi….
Okumaya devam et