Kitabımız "Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek" Dünya Kütüphanelerinde

iktidari yeniden dusunmek.inddYayımlanmasının üzerinden geçen yaklaşık bir buçuk yıl içerisinde kitabımız “Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek” hem Türkiye hem de dünyadaki birçok önde gelen kütüphanenin ilgisini çekerek arşivlerine dahil edildi.

Kitabımızın yer aldığı üniversite kütüphaneleri arasında Harvard, Columbia, Princeton, Stanford, Chicago, Utah, Arizona ve York Üniversitesi bulunuyor.

Türkiye’de ise kitabımıza Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi ile Boğaziçi, ODTÜ, Sabancı, Koç, Harran, Gazi ve Süleyman Demirel Üniversitesi kütüphanelerinden erişmek mümkün.

İçindekiler
– “Türkiye’de İktidar ve Gerçeklik” / Meltem Ahıska
– “Arşiv Korkusu ve Karakaplı Nizami Bey: Türkiye’de Tarih, Hafıza ve İktidar” / Meltem Ahıska
– “Avrupa’nın Cinsiyeti: Uysal Bakire, Yutucu Dişi, Fetihçi Oğul” / Nurdan Gürbilek
– “Bir İstanbul Adliyesinde Davranış Kalıpları, Anlamlandırma Biçimleri ve Eşitsizlik” / Dicle Koğacıoğlu
– “Türkiye’de Gençlik, Nüfus ve İktidar” / Ferhunde Özbay
– “Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşları: Modernite, Milliyetçilik ve Neo-Liberalizm Kıskacında ‘Gönüllülük’” / Yasemin İpek Can
– “İktidarın Farklı Yüzleri ve Alevi Kimliğinin Dönüşümü” / Özlem Göner
– “Kürt Sorununu ‘İdare’ Etmek” / Fırat Bozçalı
– “Yeni Bir Hegemonik Savaş Alanı: TRT6” / T. Balca Arda
– “Orduya Annelik Yapmak: Türkiye’de Şehit Anneleri” / Esra Gedik
– “AKP ve Türkiye’de ‘Yeni’ İktidar” / K. Murat Güney

Bir Otorite Kurma Girişimi Olarak Nasihat Ve Kürt Sorununun Çözümünde Liberal Projenin İflası

kurt_sorununa_cozumBugüne değin gerek Davetsiz Misafir Dergisi’ndeki yazılarımızda gerekse yayımladığımız “Başka Dünyalar Mümkün” ve “Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek” başlıklı kitaplarımızda tekrar tekrar çok önemli gördüğümüz bir noktanın altını çizdik ve Türkiye’deki akademik ve entelektüel çevrelerin en başta gelen sorunlarından birinin kalıplaşmış anlayışları yerinden eden radikal görüşleri ve yeni düşünce akımlarını, bir açılım ve dönüşümün kaynağı olarak görmek yerine, çoğunlukla, kendi küçük iktidar alanlarını tehdit eden tehlikeli oluşumlar olarak algıladıklarından yakındık. İşte tam da bu noktada, kendi özel konumlarını sarsacağı gerekçesiyle yeni düşünce ve eleştirilere kendisini kapatmış bu akademik ve entelektüel zümreyi değişmeye ve dönüşmeye zorlamak gerektiğini vurguladık. Türkiye’deki akademik ve entelektüel hayatın zenginleşmesi ve çeşitlenmesinin bu ve bunun gibi müdahalelerle mümkün olacağını dile getirdik. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye’deki sosyal bilim anlayaşının içinde bulunduğu tutuculukla mücadele etmek ve sosyal bilimleri daha özgürlükçü bir düzeye doğru zorlamak konusunda epeyce yol kat etmiş ve ses getirmeye başlamış olduğumuzu görüyorum. Toplum ve Kuram Dergisi’nin ikinci sayısında yayımlanan “TESEV’in Zorunlu Göç Araştırması’nın Söylemedikleri ve Kürt Sorununda Çözüme Dair Liberal Projenin Açmazları” başlıklı yazıma aldığım sayısız tebrik, yorum, katkı, öneri ve eleştiri mesajları herhalde bunun bir göstergesi. Zamanlarını ayırıp görüşlerini paylaşan herkese öncelikle çok teşekkür etmek isterim. Yazının bunca ses getirmesini doğru yolda olduğumuzun, yani akademide ciddi bir eleştiriyle karşılaşmamanın verdiği rahatlıkla kurulan iktidarları zorlamaya ve sarsmaya başladığımızın bir belirtisi olarak görüyorum.

edi_bese2Toplum ve Kuram Dergisi’nin üçüncü sayısında ise aynı derginin ikinci sayısında eleştirel bir analizine yer verdiğim TESEV’in “Zorunlu Göç ile Yüzleşmek: Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası” (Kurban, Yükseker, Çelik, Ünalan ve Aker, 2006) başlıklı çalışmasının yazarlarından Deniz Yükseker’in cevap hakkını kullanarak kaleme aldığı bir metnini bulacaksınız. Kuramsal eleştiriler beklerken neredeyse yalnızca hamaset, demagoji, çarpıtma ve kişisel polemiklerle karşılaştığım bu metne aynı üslupla cevap vermeyi uygun bulmuyorum. Zira kişisel atışma ve polemiklerin ne düşünsel tartışmaların gelişmesine ne de okuyucuların bu tartışmalardan faydalanmasına katkıda bulunmayacağı kanaatindeyim. Benim Kürt sorununda liberal projenin açmazlarını ortaya koyduğum metin öncelikli olarak düşünsel ve siyasi bir tartışmayı geliştirmektedir.

Toplum ve Kuram Dergisi’nin ikinci sayısında kaleme aldığım yazım boyunca Kürt sorununu bir kültürel tanınma ve insan hakları sorununa indirgeyen ve Kürtlerin egemenlik paylaşımı, anayasa da köklü değişim, anadilde eğitim, özerk otonom yönetim gibi siyasi taleplerini dışlayan liberal tahayyülü analiz edip eleştirdim (Güney 2009). Bir yanda AKP iktidarının “Kürt açılımının” devam ettirilmeye çalışıldığı öte yanda ise Kürt hareketinin aktif siyasetçilerinin bir bir baskı altına alınıp tutuklandığı, kısacası Kürt sorununun çözümüne dair bu farklı yaklaşımlar arasındaki uçurumun iyice belirginleştiği bir ortamda son derece güncel, hayati ve oldukça önemli olduğuna inandığım bir tartışmayı gündeme getirmeye çalıştım. Şüphesiz, dile getirdiğim bu eleştiriler ne sadece bana aittir ne de çok orijinal ve yenidir. Benim yaptığım sadece, daha önce çok defa değinilen bu eleştirileri belki ilk defa yazılı olarak derli toplu halde sunmaya çalışmaktan ibarettir. Bunu yaparken tek tek şahısların duruş ve niyetlerini sorgulamak gibi bir amacım olmadığı gibi TESEV’in zorunlu göç özelinde ve Kürt sorunu genelinde az önce sözünü ettiğim liberal ideoloji ve tahayyülün sınırları içinde yürüttüğü çalışmaları fikirlerimi somutlaştırmak açısından sadece bir örnek olarak seçilmiştir.

Şimdi ise sözü fazla uzatmadan Deniz Yükseker’in bana yönelttiği eleştirileri içeren ve Toplum ve Kuram Dergisi’nin üçüncü sayısında yayımlanan “Sosyal Bilim Yöntemi Olarak Komplo Teoriciliğinin Açmazları: K. Murat Güney’e Cevap” başlıklı metninde değinilmesinin yararlı olacağını düşündüğüm birkaç noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunu yaparken D. Yükseker ile kişisel polemiğe girmek yerine D. Yükseker’in bu metnini tıpkı TESEV’in “Zorunlu Göç İle Yüzleşmek” çalışması gibi liberal ideolojinin açmazlarını ortaya koyan bir örnek olarak analiz edeceğim. Zira D. Yükseker’in bu metni de tıpkı TESEV için çalışma yapan akademisyenlerin ve sair liberal yazarların Kürt sorununa yönelik birçok çalışmasında olduğu gibi bir yandan sözde “objektif” ve “tarafsız” bir sosyal bilim eleştirisi olma iddiası üzerinden nasihatlerle süslenmiş buyurgan bir üslupla bilgi iktidarını kurmaya çalışırken bir yandan da Kürt sorununu hala bir insan hakları ve kültürel tanınma sorununa indirgemekte ve meselenin siyasi boyutunu, Kürtlerin egemenlik paylaşımı, özerk yönetim gibi taleplerini yok saymaya devam etmektedir. Toplum ve Kuram’ın ikinci sayısında yayımlanan yazımda enine boyuna tartıştığım sosyal bilimlerde objektiflik ve tarafsızlık iddiasının iktidar kurucu bir dinamik olduğu ve ayrıca Kürt sorunun sadece hukuksal-kültürel değil aynı zamanda ulus-devlet normunu sorgulayan siyasal bir sorun olduğuna dair bu iki kapsamlı eleştirime derginin üçüncü sayısındaki uzunca tenkit yazısı boyunca hiç değinmeyen D. Yükseker, liberal entelektüellerin tahayyüllerinin sınırlılığına yönelik eleştirilerin ne kadar haklı ve yerinde olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oluyor.
Okumaya devam et

E-kitap Türkiye'deki Dağıtım ve Yayın Tekellerine Karşı Bir Umut Olabilir Mi?

reederTürkiye’de kitap okur ve yazarlarının karşılaştığı sorunların başında dağıtım geliyor.

Özellikle büyükşehirler dışında yaşayan okurlar aradıkları kitaplara ulaşmakta büyük güçlükler yaşarken yazarlar ve çevirmenler de büyük yayınevleri ve dağıtımcıların oluşturduğu tekel karşısında eserlerini yayımlatmak ve dağıtmak için son derece düşük telif ücretlerini ve ağır sözleşme şartlarını kabul etmek zorunda bırakılıyor. Dağıtım tekelleriyle çalışmayan veya dağıtım tekellerinin yüksek komisyon ve aracılık ücretleri gibi beklentilerini karşılayamayan birçok orta ve küçük ölçekli kitabevi de son yıllarda bir bir kapanıyor. Bugünlerde Anadolu’da içinde hiçbir kitapçı bulunmayan şehir ve kasabaların sayısı her geçen gün biraz daha artmakta.

Türkiye’deki birçok yayınevi ve dağıtımcı, gerek yazar ve çevirmenlere son derece düşük telif ücretlerinin ödenmesini gerekse kitapçıların bir bir kapanmasını gerekçelendirmek için “Türkiye’de kimse okumuyor, kitap da satmıyor” ifadesini kullanırlar. Halbuki Türkiye’de kimsenin kitap okumadığı iddiası kesinlikle gerçekleri yansıtmıyor. Zannedilenin aksine yayıncılıkta büyük paralar dönüyor. Ve büyük sermaye destekli yayınevleri ve dağıtım tekellerinin oluşturduğu kartel, elde ettiği kârı paylaşmak istemediği bağımsız küçük yayınevleri ve kitapçıların varlığına tahammül edemiyor. Kısacası büyük yayınevleri ve dağıtımcılar her yeri geldiğinde kendilerini vatandaşa kültür hizmeti sunan fedakar kültür elçileri olarak tanıtırken aslında hem yazar ve çevirmenlerin emeklerini nasıl sömürdüklerini hem de para ve kâr hırsıyla bağımsız ve alternatif yayınevi ve kitapçıları ortadan kaldırmayı amaçladıklarını gizlemeye çalışıyorlar. İçinde bulunulan bu koşullar altında altında kitapların satış fiyatının yüzde 40’ı dağıtımcılara giderken, o esere hayat veren yazar ve çevirmenler yüzde 7 ila 10 arasında değişen telif ücretlerine razı olmak zorunda kalıyor.

Peki yayıncılık dünyasındaki bu haksız paylaşımı ortadan kaldırmak nasıl mümkün olabilir? Tam da bu noktada, Amerika ve Avrupa’da son birkaç yıl içinde satışları milyonlarla ifade edilen ve Türkiye’de de Ideefixe tarafından 2010’un Nisan ayı ortasında duyurusu yapılan e-kitap, yazar ve okurların uzun yıllardır yaşadığı haksızlıkları ve dağıtım sorununu çözme konusunda umut vaad ediyor. Zira e-kitap, eserlerin internet aracılığıyla satışı ve dağıtımını gerçekleştirerek okur ve yazar arasına adeta bir asalak gibi yerleşen ve daha çok kâr etmek için bir yandan yazar teliflerini düşürüp bir yandan da okuyucu için kitap maliyetlerini artıran dağıtım kartelleri ve yayıncılık tekellerini aradan çıkarıyor. Ayrıca Kindle e-kitap okuyucusu ile yalnızca kendi sitesinden satılan kitapların okunmasına izin veren ve bu konuda yeni bir tekel olmaya soyunan Amerika’daki Amazon şirketinin aksine Türkiye’de satılan e-kitap okuyucularıyla her türlü mecradan edinilen tüm e-kitaplar okunabiliyor, zaten ideefixe de bu konuda bir tekel oluşturmak gibi bir niyeti olmadığını ifade ediyor.

E-kitap sayesinde kitap maliyetleri ve dolayısıyla satış bedelleri düşeceği gibi, bugüne kadar kârlı olmadığı için büyükşehirler dışında dağıtımı yapılmayan eserlerin Türkiye’nin her yerindeki okurlarla buluşması mümkün olacak. Türkiye’deki ilk e-kitabın, kârlı olmadığı gerekçesiyle sözde kültür elçisi büyük yayın ve dağıtım tekellerinin bugüne değin hiç uğramadığı Van ilinde yaşayan bir okur tarafından satın alınmış olması hem manidar hem de umut verici.

Şüphesiz e-kitap’a geçiş kolay olmayacak. Muhafazakar ve gerici yayınevleri ve büyük sermaye destekli yayın ve dağıtım tekelleri bugüne kadar oluşturdukları tahakküm ağını muhafaza etmek için yoğun bir propaganda çalışması başlatmışlar bile. Sözde ilerici ve solcu olduğunu iddia eden birtakım yayınevlerinin başını çektiği ve Türkiye Yayıncılar Birliği’ni e-kitap projesine karşı ikna etmeye çalışan bu gerici propaganda ile başa çıkmak epey bir vakit alacak gibi gözüküyor. Ne var ki, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kitap ve yayın dünyasının yönü edebiyatın, sanat eserlerinin ve farklı fikirlerin paylaşılmasını kolaylaştıracak ve yazarlar ve okurlar arasındaki aracıları mümkün olduğunca ortadan kaldıracak teknolojilere dönmüş durumda. Bu dönüşümün farkına varmış 40’tan fazla yayınevi bugün itibariyle e-kitap projesine katılmış bulunuyor. Ama her zamanki gibi bu dönüşümü en çok arzulayanlar o hep “kitap almıyor” ve “okumuyor” diye yaftalanan Türkiye’nin dört bir köşesinden sıradan vatandaşlar. Henüz elektronik ortama uyarlanan kitapların sayısı 300ü bulmadığı halde e-kitap okuyucularına yönelik talep e-kitap sayısını katlamış durumda. Internetteki sansüre, sermayenin yayın ve dağıtım tekellerinin kitap fiyatlarını fahiş boyutlara vardıran kâr hırsına ve kendilerini cahil ve okumayan olarak damgalayan sözde ilerici ve solcu yayıncılara inat, yenilikçilikte, dünyadaki son gelişmeleri kovalamakta, bilgi ve düşünce paylaşımını hızlandıran ve kolaylaştıran teknolojileri takip etmekte öncü rolü her zaman olduğu gibi yine Türkiyeli okurlar oynuyor.

Bu arada “Başka Dünyalar Mümkün” ve “Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek” başlıklı kitaplarımızı yayımlayan Varlık Yayınları’nın da geçen hafta itibariyle e-kitap projesine dahil olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Pek yakın bir zamanda kitaplarımızı elektronik formatta edinmek ve okumak mümkün olacak.

E-kitap projesi hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek ve halihazırdaki e-kitapları görmek için www.idefix.com/ekitap/ adresi ziyaret edilebilir.

TESEV’in Zorunlu Göç Araştırmasının Söylemedikleri ve Kürt Sorununda Çözüme Dair Liberal Projenin Açmazları

zorunlu_goc_tutuklanan_kurtlerToplum ve Kuram Dergisi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır…

Bu makale Türkiye’de liberal akımın önde gelen yazar ve düşünürlerinin ve bu liberal görüşlerden beslenerek öneri ve projeler geliştiren sivil toplum kuruluşlarının genel olarak Kürt meselesine özel olarak da zorunlu göçe ‘maruz kalan’ (1) Kürt nüfusunun sorunlarına dair algılarını, yaklaşım biçimlerini ve çözüm önerilerini eleştirel bir biçimde incelemeyi amaçlamaktadır. Bu yazıda, zorunlu göçe maruz kalan Kürt nüfusun toplumsal konumuna dair liberal yaklaşıma odaklanırken Kürtlerin liberal tahayyülün sınırları içinde nasıl da her daim ‘problemli’ bir nüfus grubu olarak üretildiğini ve Kürtlüğe dair bu problemin nasıl da liberal çoğulcu/çokkültürcü ideolojinin öngördüğü ‘kültürel ve hukuki haklar’ söyleminin sınırları içine hapsedildiğini gözler önüne sermeye çalışacağım. Bu noktada, bir yandan liberal düşüncenin sınırlarını ve yetersizliklerini ifşa ederken bir yandan da liberal çoğulcu projenin ve önerilerin adalete ve toplumsal uzlaşıya dair birçok başka siyasal ve toplumsal proje ve tahayyülü nasıl görünmez kıldığını göstermeye çalışacağım. Tüm bu eleştirilerin, Kürt sorununa yönelik yeni açılımların tartışıldığı bugünlerde sorunun nasıl algılandığına dair farklılıkların ve bu farklı algılar çerçevesinde üretilen çözüm önerileri arasındaki gerilimlerin anlaşılması ve sorunun çözümünü tartışan taraflar arasındaki sınırların/farklılıkların daha belirgin bir biçimde görünür kılınmasına yardımcı olacağını umuyorum.

Bu noktada, Türkiye’deki devlet elitleri ve askeri yetkililerin Kürt sorununa yaklaşımları ve bu soruna dair ürettikleri söylemler ile özellikle 2000’li yıllardan itibaren muhalif bir eleştiri görünümünde yükselmeye başlayan ve Kürtlerin sosyal ve kültürel haklarının tanınması talebiyle yola çıkan liberal söylemler arasındaki farklılıklarla birlikte benzerliklerin de gözler önüne serilmesinin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Zira özellikle zorunlu göç konusunda çalışan ve doğrudan doğruya Kürt hareketi içinde yer almayan birtakım liberal sivil toplum kuruluşları (STK), yayın çevreleri, gazeteciler ve akademisyenler tarafından Kürtlerin bir kültürel azınlık olarak tanımlanıp tanınmasının devletin resmi söylemi karşısında bir meydan okumaymış gibi gözükmesine karşın, aslında liberal projenin Kürt meselesinin ardındaki yapısal siyasi ve toplumsal nedenleri görmek ve göstermek konusunda yetersiz, çekingen ve hatta inkârcı olduğu kanısındayım. Zorunlu göç üzerine çalışan, zorunlu göçe maruz kalanların yaşadığı yoksulluk, işsizlik, büyükşehir yaşamıyla uyum gibi hayati sorunlar üzerine projeler üretip bizzat uygulamaya koyan veya hükümetleri bu konuda adım atmaya çağıran birçok sivil toplum kuruluşu, zorunlu göçün yalnızca sonuçlarına odaklanıp zorunlu göçe yol açan ve birçoğu maalesef hala sürmekte olan nedenleri yer yer bilinçli bir çabayla yer yerse bilinçsiz bir ihmalkârlıkla gündeme getirmemektedir. Hiç şüphesiz yüz binlerce insanın yerlerinden yurtlarından edilmesine yol açan zorunlu göçün başlıca nedeni bölgede hüküm süren silahlı çatışma ortamı ve Kürt sorununu bir güvenlik meselesine indirgeyen militarist anlayış ve uygulamalardı. Bu anlayışın uzantıları olarak Kürt dilinin kamusal alanda kullanılması üzerinde halen sürmekte olan yasak ile beraber Kürt olmanın ve bunu siyasi platformlarda ifade etmenin halen kişilerin potansiyel suçlu ve ‘terörist’ olarak damgalanmasına yol açabildiği bir ortamda toplumsal uzlaşıyı sağlamak Kürt oldukları için köyleri yakılıp göç yollarına sürülen yüz binlerin siyasal mücadeleleri tanınmadan ve Kürtlükleri ile barışılmadan pek mümkün gözükmüyor.
Okumaya devam et

AKP ve Türkiye’de 'Yeni' İktidar

akp_iktidarAdalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yedi senedir Türkiye meclisindeki çoğunluğu elinde bulundurması cumhurbaşkanlığından milli eğitime, emniyetten merkez bankasına, belediyelerden medya kuruluşlarına kadar birçok farklı yapı içinde etkin biçimde örgütlenmesi; ve son yıllarda gerçekleşen hemen tüm seçimlerde oldukça yüksek oy oranlarına ulaşması, birçoklarının Türkiye’de siyasi iktidarın biçiminin ve işleyişinin bu defa artık geri döndürülemez bir biçimde değiştiğinden dem vurmasına neden oldu. Cumhuriyetin başından beri süregiden “halk için halka rağmen” anlayışının tepeden inmeci siyasi yaklaşımı, yerini “halk için halkla birlikte” anlayışından hareket eden, merkezden değil yerelden yönetme kaygısı taşıyan, iktidarın hedefi olan farklı nüfus gruplarının sağlık, eğitim, maddi ve gündelik farklı ihtiyaçlarına yönelik özel politikalar üreten bir yaklaşıma bırakıyordu. Böylece merkezde, yani Ankara’da tasarlanan, düzenlenen, yasalaşan bir idealin, bir normun, bir kuralın yurt sathına empoze edilmeye çalışılması biçiminde işleyen eski disipline edici iktidar mekanizmasının yanında idealin, normun, kuralın ne olduğunu halkın ihtiyaç ve beklentilerinden yola çıkarak tespit eden daha yaygın ve karmaşık bir iktidar ağı da oluşmaya başlıyordu. Eski iktidar, yasalaştırdığı kuralı, içini boş ve sıfırdan yazılabilir varsaydığı zihinlere ve coğrafyalara dayatmaya çalışırken, yeni iktidar, hitap ettiği halk topluluklarının geçmişten getirdikleri anlayışlarını, zihniyet farklılaşmalarını, yerel sorunlarını tüm karmaşıklıklarıyla beraber göz önünde bulunduruyor, verili tarihsel-toplumsal koşullara göre siyaset üretiyordu.

AKP, siyaset ürettiği nüfus gruplarına dair tüm farklılaşmaları ve karmaşıklıkları eskilerin yaptığı gibi tekil bir norma uydurmak adına dışlamak yerine, ancak ve ancak kapsayarak, içererek, iktidara eklemleyerek Ankara merkezli siyasetteki yerini kuvvetlendirebileceğini görmüştü. Merkezi iktidarı elde tutabilmenin yolu artık yerel örgütlenmenin etkinliğinden geçiyordu ve halkla sorunların çözümü noktasında her gün karşı karşıya gelinen belediyecilik faaliyetleri bu noktada kilit öneme sahipti. Böylece Türkiye’de siyaseti bir ideoloji, bir ahlaki duruş veya bir değerler çatışması olarak değil, nüfusun ve o nüfusu oluşturan tek tek bireylerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ihtiyaçlarının tespit edilip karşılanması anlamında ‘yönetimselliğe’ dair teknik bir mesele olarak değerlendiren bir yapının oluşmaya başladığını hep beraber gözlemledik, gözlemliyoruz. Bu noktada başbakan Tayyip Erdoğan’ın sık sık ‘ideolojik’ siyaset yapmak, ideolojilerle oyalanmak (yani vakit kaybetmek ve iş verimini düşürmek) yerine doğrudan ve vakit kaybetmeksizin kalkınmaya, gelişmeye, yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik ‘çözüm’ ürettiklerini vurgulaması da bu anlayışın en yetkili ağızdan bir ifadesi olsa gerek. Siyasi meselelerin bundan böyle artık ideal toplumun nasıl olacağına dair farklı tahayyüller arasında vuku bulan bir değerler ve ideolojiler çatışması olarak değil de hâlihazırda var olan gündelik yönetimsel ihtiyaç ve beklentilerin karşılanması olarak görülmeye başlandığı, kısacası siyasetin tanımının yeniden yapıldığı bir dönemi yaşıyoruz.

Türkiye’nin 2000’li yıllardaki ‘muhalif’ siyasi yelpazesini oluşturan solcular, liberaller ve Kürtlerin bir kısmı, işte tam da bu noktada, AKP’nin siyaseti halka hizmet anlamında yönetimsel bir teknoloji haline getiren yaklaşımına cevap vermek ve alternatif bir siyaset üretmekte sıkıntı çektiler. Liberal solun ve Kürtlerin bir kısmı AKP’nin hizmet, yerellik, çoğulculuk, kapsayıcılık, çokseslilik vurgularını zaman zaman sorgulamaksızın benimsedi. Yine solun ve Kürtlerin bir kısmı kendilerini, ‘Ordu-Devlet Elitleri-CHP’ye’ karşı ‘Liberal-Halkçı-AKP’ karşıtlığının çıkışsızlığına teslim ederek taraflarını militarist elitizme karşı demokratik liberalizmden yana koydu. Peki, iddia edildiği gibi ortada böylesi bir çıkışsız ikili karşıtlık var mıydı? Başka üçüncü, dördüncü, beşinci yollar gerçekten kapanmış mıydı? AKP gerçekten de yegâne demokratik alternatifimiz miydi? Eğer AKP’nin yegâne alternatifimiz olduğunu düşünüyorsak, böyle bir söylemin kabul görmesi ve yerleşmesi nasıl mümkün olmuştu? Tüm bu sorulara daha yakından bakabilmek için, AKP’nin kural dayatıcı olmak anlamında normatif ve disipline edici değil, verili koşullara uymak ve bu koşulları iyileştirmeye çalışmak anlamında yönetimsel bir siyaset yürüttüğüne ve bu anlamda da ideolojik (Kemalist) devlet elitizmi karşısında tek alternatif olduğuna dair söylemi mümkün kılan tarihsel ve toplumsal koşulları yeniden ele almak herhalde yerinde olacak.
Okumaya devam et

"Türkiye'de İktidarı Yeniden Düşünmek" — Önsöz Yazısı —

Türkiye’de iktidarın kuruluş ve işleyiş dinamiklerini yeniden düşünmeyi öneren bu kitap, sosyal bilimler alanında düşünce üreten akademisyenlerin, doktora ve yüksek lisans öğrencilerinin kolektif çabasıyla hazırlanmıştır. Amacımız, Türkiye’de bugüne kadar hep dolaylı olarak incelenen ama kendisi tek başına tam olarak sorunsallaştırılmayan iktidarı sorunsallaştırmak, iktidarın işleyiş biçimlerini analiz edip görünür kılmaya çalışmaktır. Bunu yaparken, iktidarı sadece merkezi devlet yapısı ve bürokrasisi olarak değil, gündelik hayatlara yayılmış türlü söylem ve eylemlerde karşımıza çıkan dağınık ve karmaşık bir ilişkiler ağı olarak değerlendiriyoruz. Böylece, sadece devletle karşı karşıya geldiğimiz zamanlarda değil, kendi aramızda kurduğumuz gündelik ilişkilerimizde de kendisini yeniden üreten ırkçılık, ayrımcılık, cinsiyetçilik, militarizm gibi tahakküm ilişkilerini ifşa etmeyi ve bu tahakküm ilişkilerine karşı daha keskin bir muhalefeti nasıl örebileceğimizi el birliğiyle düşünmeyi amaçlıyoruz.

Genel olarak Türkiye’de iktidar meselesine, özel olarak da 1980 sonrası dönemde yaşanan siyasal ve toplumsal dönüşümlere odaklanan makalelerden oluşan böylesi bir kitabı hazırlama düşüncesinin bir diğer gerekçesi de Türkiye’nin akademik ve entelektüel çevrelerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir tıkanmışlık ve kendi kendini tekrardan öteye gitmeyen bir tutuculuk karşısında duyduğumuz tepki. Türkiye’deki akademik ve entelektüel çevrelerin en başta gelen sorunlarından biri, kalıplaşmış anlayışları yerinden eden radikal görüşleri ve yeni düşünce akımlarını, bir açılım ve dönüşümün kaynağı olarak görmek yerine, çoğunlukla, kendi küçük iktidar alanlarını tehdit eden tehlikeli oluşumlar olarak algılamaları. Elinizde tuttuğunuz kitap, işte tam da bu noktada, bir yandan genel olarak Türkiye’de iktidarın işleyiş mekanizmalarını sorgularken bir yandan da kendi özel konumlarını sarsacağı gerekçesiyle yeni düşünce ve eleştirilere kendisini kapatmış muhafazakâr bir akademik ve entelektüel zümrenin iktidarının altını oymayı amaçlamakta.

Kitapta karşınıza çıkacak makaleler boyunca Türkiye’nin sosyoloji, siyaset bilimi ve tarih alanında önde gelen akademisyenlerinin görüşlerinin esaslı ve kapsamlı eleştirileri ile karşılaşacaksınız. Kısacası niyetimiz, Türkiye’de iktidar meselesini yeniden düşünmeyi öneren makaleler içeren bu eserin ortaya koyduğu fikirler ile bir yandan da akademik iktidar odaklarını kendilerini dönüştürmeye zorlamaktır. Şüphesiz, Türkiye’deki akademik ve entelektüel hayatın zenginleşmesi ve çeşitlenmesi bu ve bunun gibi müdahalelerle mümkün olacaktır.

Kitabımızın bir diğer özelliği, başta da belirttiğim gibi kolektif bir çalışmanın ürünü olmasıdır. Her biri kendi alanlarında yoğun düşünsel emek sarf etmiş araştırmacıların makalelerinden oluşan bu kitap, zaman zaman birbiriyle çatışan farklı görüşleri, hocalar ve öğrenciler arasında herhangi bir akademik hiyerarşi gözetmeksizin bir araya getirmektedir. Bu makaleleri aynı kitap içerisinde buluşturan ortak etmen ise her bir makalenin, konusu ister edebiyat ister sivil toplum isterse hukuk olsun, Türkiye’de iktidarın işleyişine dair yeni sorular ortaya atması ve ilgili konuya dair kapsamlı bir araştırmanın sonucunda kaleme alınmış olmasıdır. Kitabımızda makaleleri yer alan yazarları buluşturan bir diğer ortak nokta da her birinin yeni düşünce akımlarına açık olmaları ve özellikle 1980’lerden sonra dünya akademisinde daha geniş biçimde kabul görmeye başlayan post-yapısalcı yeni analiz araçlarını ve eleştirel perspektifleri ilk defa Türkiye özelinde tartışmaya açmalarıdır. Sadece içerik açısından değil aynı zamanda hem hazırlanış süreci hem de tekil bir anlatıyı dayatmaktan ziyade incelenen konuların karmaşıklığını ortaya koyan çoğul ve çekişmeli bir tartışmayı yansıtmayı tercih etmesi itibariyle de bu kitabın post-yapısalcı eleştiriden beslenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda, hem içeriksel hem de biçimsel olarak bu çalışma, içinde yaşadığımız zaman ve mekânın karmaşıklığını ve kapsamını ortaya koyabilmek için ortaklığı ve işbirliğini bir yöntem olarak benimseyen kolektif çalışmanın öneminin altını bir kez daha çizmektedir.
Okumaya devam et

Kitabımız "Türkiye'de İktidarı Yeniden Düşünmek" Çıktı !

iktidari yeniden dusunmek.inddKitabımız “Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek” Varlık Yayınları’ndan çıktı !

–Meltem Ahıska, Nurdan Gürbilek, Dicle Koğacıoğlu, Yasemin İpek Can, Özlem Göner, Fırat Bozçalı, Ferhunde Özbay, T. Balca Arda, Esra Gedik, K. Murat Güney–

Türkiye’de iktidarın kuruluş ve işleyiş dinamiklerini yeniden düşünmeyi öneren bu kitap, sosyal bilimler alanında düşünce üreten akademisyenlerin, doktora ve yüksek lisans öğrencilerinin kolektif çabasıyla hazırlanmıştır. Amacımız, Türkiye’de bugüne kadar hep dolaylı olarak incelenen ama kendisi tek başına tam olarak sorunsallaştırılmayan iktidarı sorunsallaştırmak, iktidarın işleyiş biçimlerini analiz edip görünür kılmaya çalışmaktır. Bunu yaparken, iktidarı sadece merkezi devlet yapısı ve bürokrasisi olarak değil, gündelik hayatlara yayılmış türlü söylem ve eylemlerde karşımıza çıkan dağınık ve karmaşık bir ilişkiler ağı olarak değerlendiriyoruz. Böylece, sadece devletle karşı karşıya geldiğimiz zamanlarda değil, kendi aramızda kurduğumuz gündelik ilişkilerimizde de kendisini yeniden üreten ırkçılık, ayrımcılık, cinsiyetçilik, militarizm gibi tahakküm ilişkilerini ifşa etmeyi ve bu tahakküm ilişkilerine karşı daha keskin bir muhalefeti nasıl örebileceğimizi el birliğiyle düşünmeyi amaçlıyoruz.

Genel olarak Türkiye’de iktidar meselesine, özel olarak da 1980 sonrası dönemde yaşanan siyasal ve toplumsal dönüşümlere odaklanan makalelerden oluşan böylesi bir kitabı hazırlama düşüncesinin bir diğer gerekçesi de Türkiye’nin akademik ve entelektüel çevrelerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir tıkanmışlık ve kendi kendini tekrardan öteye gitmeyen bir tutuculuk karşısında duyduğumuz tepki. Türkiye’deki akademik ve entelektüel çevrelerin en başta gelen sorunlarından biri, kalıplaşmış anlayışları yerinden eden radikal görüşleri ve yeni düşünce akımlarını, bir açılım ve dönüşümün kaynağı olarak görmek yerine, çoğunlukla, kendi küçük iktidar alanlarını tehdit eden tehlikeli oluşumlar olarak algılamaları. Bu kitap, işte tam da bu noktada, bir yandan genel olarak Türkiye’de iktidarın işleyiş mekanizmalarını sorgularken bir yandan da kendi özel konumlarını sarsacağı gerekçesiyle yeni düşünce ve eleştirilere kendisini kapatmış muhafazakâr bir akademik ve entelektüel zümrenin iktidarının altını oymayı amaçlamakta.

Kitapta karşınıza çıkacak makaleler boyunca Türkiye’nin sosyoloji, siyaset bilimi ve tarih alanında önde gelen akademisyenlerinin görüşlerinin esaslı ve kapsamlı eleştirileri ile karşılaşacaksınız. Kısacası niyetimiz, Türkiye’de iktidar meselesini yeniden düşünmeyi öneren makaleler içeren bu eserin ortaya koyduğu fikirler ile bir yandan da akademik iktidar odaklarını kendilerini dönüştürmeye zorlamaktır. Şüphesiz, Türkiye’deki akademik ve entelektüel hayatın zenginleşmesi ve çeşitlenmesi bu ve bunun gibi müdahalelerle mümkün olacaktır.

Umuyoruz, bu kitapta yeralan tüm yazılar ve fikirler, yoksulluğun ve zenginliğin, acıların ve mutluluğun, ölümün ve yaşamın dağılımındaki eşitsizliklerin bir nebze olsun azaldığı, gündelik hayatlardaki faşizmin ve ırkçılığın daha çok sorgulandığı, halkların kardeşçe yaşadığı bir Türkiye’ye katkıda bulunur.

www.varlik.com.tr

İçindekiler
-“Türkiye’de İktidar ve Gerçeklik” / Meltem Ahıska
-“Arşiv Korkusu ve Karakaplı Nizami Bey: Türkiye’de Tarih, Hafıza ve İktidar” / Meltem Ahıska
-“Avrupa’nın Cinsiyeti: Uysal Bakire, Yutucu Dişi, Fetihçi Oğul” / Nurdan Gürbilek
-“Bir İstanbul Adliyesinde Davranış Kalıpları, Anlamlandırma Biçimleri ve Eşitsizlik” / Dicle Koğacıoğlu
-“Türkiye’de Gençlik, Nüfus ve İktidar” / Ferhunde Özbay
-“Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşları: Modernite, Milliyetçilik ve Neo-Liberalizm Kıskacında ‘Gönüllülük’” / Yasemin İpek Can
-“İktidarın Farklı Yüzleri ve Alevi Kimliğinin Dönüşümü” / Özlem Göner
-“Kürt Sorununu ‘İdare’ Etmek” / Fırat Bozçalı
-“Yeni Bir Hegemonik Savaş Alanı: TRT6” / T. Balca Arda
-“Orduya Annelik Yapmak: Türkiye’de Şehit Anneleri” / Esra Gedik
-“AKP ve Türkiye’de ‘Yeni’ İktidar” / K. Murat Güney

Sevgili, Arsız Devlet! Demek, Güçlükonak Katliamını Sen Yaptın!

guclukonak_katliamihizbullah_ozel_harekat_agarGün geçmiyor ki, devletin eski bir mensubu, eski bir polisi, eski bir bakanı, itiraflarıyla gündemi sarssın, devletin iç yüzünü bir kez daha ortaya döksün. Daha geçenlerde dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Erkmen’den işitiyoruz ki, 1996’daki Güçlükonak katliamını PKK değil, devlet gerçekleştirmiş. 13 yıl boyunca nedense gıkı çıkmayan vicdanının artık bu yükü kaldıramadığını söyleyen eski bakan Adnan Ekmen, Ergenekon davasının Fırat’ın ötesine geçmesi gerektiğini söylüyor ve PKK’nin ilan ettiği ateşkes sürerken Güçlükonak’ta 11 köylünün kurşunlanıp yakılmasının PKK’nin değil JİTEM’in işi olduğunu itiraf ediyor. Katliamda yakılanların kimliklerinin askerden çıktığını açıklayan Ekmen, “Araştırınca arkasından devlet çıktı. Tanıklar korkunca, biz de üzerine gidemedik. Ergenekon Savcısı’na anlatırım” diyor. Tam da aynı günlerde bu sefer eski Turizm ve Tanıtma Bakanı Orhan Birgit, 1955 yılının 6-7 Eylül günlerinde İstanbul’daki Rum azınlığa yönelik linç olaylarının fitilini ateşleyen süreçte olayların organizatörü olduğunu itiraf ediyor. Birgit, Mustafa Kemal’in Selanik’teki evine yönelik bombalı saldırının ise MİT tarafından gerçekleştirildiğini söylüyor.
Bir başka gün, bu kez eski eminiyet müdürü Mehmet Ağar’ı, eski özel hareket tim komutanı İbrahim Şahin ve devlet desteğiyle örgütlenip binlerce katliamı gerçekleştiren Hizbullah üyeleriyle aynı fotoğraf karesinde görüyoruz. Yine çok geçmiyor, bu kez PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan, Doğu ve Güneydoğu’da 90’lı yıllarda gerçekleşen bine yakın faili meçhul cinayetin gerçek failinin şu an Ergenekon davasında tutuklu eski JİTEM lideri Levent Ersöz ve ekibi olduğunu açıklıyor.

Her şey artık çok açık, her şey artık çok şeffaf.

Tam da aynı günlerde, tüm bu olayların açığa çıkmasına vesile olan Ergenekon davasında, tutuklular arasındaki son emekli orgeneral rütbeli şahıs, Hurşit Tolon salıveriliyor. Tam da aynı günlerde, Şemdinli’deki Umut Kitapevi’ni bombalayan astsubaylar hakkında “bilirim, onlar iyi çocuklardır” diyen yine bir eski orgeneral Yaşar Büyükanıt, basın ve kamuoyu önünde astsubaylara övgüsünü yineliyor, Şemdinli’de yapılanlara arka çıkıyor. Tam da aynı günlerde, Hakkari’nin Çukurca ilçesinde bir ev, ellerinde arama izni olmayan bir grup özel tim mensubu tarafından taranıyor ve basılıyor. Gelen şikayetler üzerine Çukurca Kaymakamı Abdullah Çiftçi, “bu olay beni aşıyor” diye itirafta bulunuyor. Tam da aynı günlerde, Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı İran sınırındaki Çobanpınar Jandarma Sınır Bölük Komutanlığı’nda askerlik yapan Ağrı Patnos’lu Burhan Güzelaydın, 30 Ocak akşamı kurşunla intihar ettiği iddia edilerek Yüksekova Devlet Hastanesi’ne kaldırılıyor. 31 Ocak’ta yaşamını yitiren askerin babası, askerde oğlunun sürekli dayak yediğini ve tehdit edildiğini söyleyerek Hakkari Cumhuriyet Savcılığı ve Hakkari Devlet Hastanesi’ne başvuruyor ve oğluna otopsi yapılmasını istiyor. Hakkari Cumhuriyet Savcılığı’nın talimatıyla hazırlanan otopsi raporunda Güzelaydın’ın intihar etmediği ve işkence sonucu öldürüldüğü belgeleniyor.

Evet, Ergenekon davası bir yandan AKP ve Tayyip Erdoğan’ın düşmanlarını tasfiye ederken, bir yandan da gerçek katilleri salıverip temize çıkarmayı sürdüredursun, bu ülkede devlet eliyle gerçekleşen katliamlar, cinayetler, soygunlar bu kez açıktan açığa, göz göre göre devam ediyor.

Evet, her şey artık çok açık, her şey artık çok şeffaf.

‘Derin Devlet’, yerini, işini yüzeyden ve açıkça yürüten ‘Arsız Devlet’e bırakmış anlaşılan.

Bu ‘Arsız Devlet’in başbakanı, tam da aynı günlerde Davos’ta, Gazze’deki katliamlarda sorumlu tuttuğu İsrail cumhurbaşkanı Peres’e “Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz diyor.” Bunu söylerken, birilerinin çıkıp da bir gün kendisine “peki 2006 yılının Mart ayında Diyarbakır’da olaylar çıktığında ‘güvenlik güçleri kadın da olsa çocuk da olsa gerekeni yapacaktır’ diyen de sen değil miydin?” diye soracak olmasından en ufak bir kaygı, en ufak bir utanma duymuyor. Tıpkı seçimlere bir ay kala Dersim ve Batman’da açıktan açığa halka devlet eliyle beyaz eşya dağıtılmasının bilinip duyulmasından, doğalgaz indirimi, Kürtçe resmi kanal ve TRT’deki Alevi programlarının birer seçim rüşveti olduğunun açıkça ifşa edilmesinden utanmadığı gibi. Zira, işler artık çok açık, çok şeffaf yürütülüyor.

Evet, Güçlükonak’ta 1996’da 11 köylünün devlet tarafından öldürüldüğü belki çoktan beri biliniyordu, ama bugün ilk defa itiraf ediliyor. Yarın bir gün, bu kez Ergenekon davasının mimarı AKP iktidarda, Tayyip Erdoğan da başbakanken, Eylül 2007’de Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesi Beşağaç köyüne giden minibüste bulunan 12 vatadaşın kurşuna dizildiği ve hükümet ve genelkurmay tarafından sorumlusunun PKK olduğunun açıklandığı olayın yine devlet tarafından gerçekleştirildiği birileri tarafından itiraf edilirse artık kimse şaşırmayacak.

Çünkü artık derin devlet bitti, yerine arsız devlet geldi.
Ergenekon sağ olsun…