Prigogine, Kaos ve Çağdaş Bilimkurgu

DifferenceEngine3.jpgYazan: David Porush
Çeviren: Uğur Güney

BK yeni bilimsel bilgilerin sonuçlarını ve önemini çoğunlukla bilimden de önce tescil ve tahmin eder. Bilim ve BK arasındaki bu ilişki deterministik kaosun yeni biliminde özellikle şaşırtıcıdır. Karmaşık ve görünüşe göre kaotik sistemlerin nasıl yeni karmaşıklık düzenlerine sıçradıklarını açıklayan bu yeni paradigmanın sadece geleceğin teknolojisi için değil zekanın kozmik rolünün ve ördüğü anlatıların anlayışı için de imâları vardır.
Bu denemede Ilya Prigogine tarafından geliştirildiği şekliyle deterministik kaosun ve öz-örgütlenen sistemlerin yeni paradigmasını özetle tarif edeceğim. Onun BK’da bir tema olarak ortaya çıkışının izini, özellikle A.A. Attanasio, Lewis Shiner, Bruce Sterling ve William Gibson’ın eserlerinde, süreceğim. Yol boyunca Kaos Teorisi’nin, anlatının gücünü ve özellikle BK’yu epistemolojik bir güç olarak nasıl aydınlattığını göstereceğim.

Kaos Teorisinin Gözden Geçirilmesi: Prigogine’in kaos teorisi, onun 20.yy kozmolojisinin üç derin problematik çelişkisini ya da paradoksunu –fiziksel sistemlerde büyümenin entropi kavramıyla yapılan betimlemesine karşı evrim kavramıyla yapılan betimi; zamanın mikroskopik fizikçe resmedilen rolüne karşı maksroskopik biyolojiyle resmedilen rolü; ve biyoloji tarafından resmedilen karmaşıklığı bariz dünya karşısında, fiziğin basitliğe saplanması- uzlaştıran bir matematiksel model bulmasının başarısından doğar.
Okumaya devam et

Türkiye’nin Kürt sorunu: 1999-2007

Birikim Dergisi’nin Ocak 2008 Sayısında Yayımlanmıştır Suruc_Kadinlar_Gunu_Mitingi_13.jpg

Biz seçim barajını, bu partiler Meclis’e giremesin diye çıkarmış değiliz ‘Baraj yüzde 7’ye indirilebilir’ dedim… Diyorlar ki, ‘Kürtler bağımsızlığını ilan eder.’ Edemez! Aynı haklar tanınırsa niye ayrılmaya kalksınlar? Bu ülkede Kürtler Genelkurmay Başkanı bile oldu. Cemal Gürsel ziçin de ‘Kürt’ derlerdi.
Kenan Evren, Yedinci Cumhurbaşkanı
Sabah, 28 Şubat 2007

Dağda olmasındansa siyasette olması iyidir. Niye siyasetçilerimize güvenmiyorsunuz? Niye oradaki vatandaşlarımıza güvenmiyorsunuz? Onları seçmezler, biz onları sandıkta yeneriz..
Mehmet Keçeciler, ANAP’lı Devlet Bakanı, Akşam, 24 Şubat 2002

11. Cumhurbaşkanı’nın kim olacağı tartışmaları önce elektronik muhtıra ile Genel Kurmay’ın siyasete dışarıdan müdahalesini sonra da 22 Temmuz erken genel seçimlerini getirdi. Her iki seçmenden birisinin oyunu alan AKP, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 2,5 milyonun üzerinde oy aldı. Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanı oldu. Seçimin Kürt Sorunu açısından en önemli sonucu AKP’nin ‘Kürt kökenli vatandaşları’ Kürt sorununu tanıyan, tanımlayan ve sorunun çözümünü siyasetinin temel amacı olarak kabul eden Demokratik Toplum Partisi (DTP) kadar temsil etme iddiasına sahip olabilmesiydi. Seçimlerin ardından Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile HPG (1) arasındaki çatışmalar şiddetlendi. 7 Ekim’de operasyondan dönen askerlere yapılan saldırı sonucu 13 asker hayatını kaybetti. 17 Ekim’de TBMM’den hükümete bir yıl süreyle sınır ötesi operasyon yapma yetkisi veren tezkere 506 kabul oyuyla geçti. 21 Ekim’de Hakkari/ Dağlıca’da düzenlenen saldırı sonucunda 12 asker hayatını kaybetti, 8 asker kaçırıldı. 23 Kasım’da Anayasa Mahkemesi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın DTP’nin kapatılması talebiyle yaptığı müracaatı kabul etti, dava süreci başladı. KCK (2) Yürütme Konseyi ve KONGRA-GEL (3) Başkanlık Divanı silahların bırakılması ve Kürt sorununun çözümü için 7 maddelik bir bildirgeyi 1 Aralık günü yayınlarken aynı gün TSK ilk sınır ötesi operasyonu yaptığını duyurdu.

Türkiye siyaseti içinde Kürt sorunu odaklı siyasetler yani Kürt sorununu tespit eden, sorunun çözümünü siyasi önceliği kabul eden ve çözüm için temsil kabiliyetine sahip olduğu iddiasını taşıyan siyasetler yasal olan ile yasa dışı olan, ‘meşru’ olan ile ‘gayri meşru’ olan arasında gidip geldi ve hep kenara özgü olan siyasetler olarak var olmaya çalıştı. Kenarın siyaseti olması hasebiyle ifade ve temsil kabiliyeti hep tartışmalı olan bu siyasetlerin kenardan merkeze devşirilmesinden zaman zaman söz edildi ancak bu bahsi açan her kim olursa olsun sert bir tepkiyle karşılaştı.

Yazının meramı Türkiye’nin Kürt sorununun 1999-sonrası seyrine yakından bakmak, Kürt sorunu odaklı siyasetlere bir arada bakıp sorunun çözümüne dair siyaset üretme, temsil etme ve muhatap olma iddiasının değişen gereklerini tarif etmek ve mevcut siyasi örgüt ve teamüllerin bu gereklere cevap verme kapasitesini tartışmak.
Okumaya devam et

Bir Fotoğraf Uğruna Yarab Ne Güneşler Batıyor!

sehit_kizi.jpg22 Şubat 2008 itibariyle TSK Türkiye sınırları dışındaki gerilla kamplarına yönelik 25. operasyonunu düzenliyor. Ne için ve kimin için diye soruyor insan ister istemez. Bu karda kışta, bu soğukta, bu toprakların evlatlarını sırtlarında ağırlıklarınca çantalar, ellerinde boylarınca silahlarla bilmedikleri, görmedikleri dağlara doğru sürmek, bir kez, iki kez, üç kez yetmemiş gibi yirmi beş kez birbirine kırdırtmak niye? 24 kere savaş bir kere barış getirdi mi? 24 kere savaşırken bir kere de oturup konuşalım, dinleyelim, anlayalım dendi mi? Yakmakla, yıkmakla, yok etmekle sorunlar yok edilebildi mi? Dağlara sürülenler ve yıllardır o dağlarda yaşayanlar belki de komutanlarından, iç siyasetin çıkar hesaplarından, pek büyük devletlerin uluslararası oyunlarından azade kalsalar dinleyecekler ve anlayacaklar birbirlerini. Ama hayır, buna müsaade edilemez. Yoksa Allah muhafaza bilcümle komutanlar işsiz kalır, öyle değil mi?

Şiddet yalnız ve sadece daha büyük şiddeti kışkırtıyor. Sınırların ötesine yayılan operasyoncu zihniyet, anlaşılan artık sadece ülkenin dağlarında değil sınırları içindeki toprakların en ücra köşelerinde, ovalarında, şehirlerinde, sokaklarında da savaş ve kan görmek istiyor. Operasyonlar, sınırların içinde ve dışında şiddeti şiddetle körüklerken, insanlar konuşamasın, konuşsa bile birbirini duyamasın diye gökgürültüsü gibi uğuldayan uçakları, kulakları sağır eden tankları seferber ediyor. Uçaklar, tanklar ve zırh kuşanmış silahlı bedenler sadece o gün ve orada değil, bugün ve her gün, burada ve her yerde, televizyonlarda, gazetelerde, internet sayfalarında, düşünmeye ve anlaşmaya dair görüntü ve yazılara en ufak bir yer dahi bırakmayacak şekilde karşımıza çıkıyor ve her yeri kaplıyor.

22 Şubat’ta başlayan 25. operasyonun hemen ardından, genelkurmayın ilk eylemi basına kırda, karda, dağlarda çekilmiş gece görüş dürbünlü, M-16 tüfekli, Amerikan tanklı bir dolu pek kahraman fotoğraf göndermek oldu. O günün sabahı bütün haber kanalları bu gösterişin, bu şovun birer aracına çoktan dönüşmüşlerdi bile. Boy boy mekanize fotoğraflar gazetelerin baş sayfalarını kaplarken 25. operasyonun amacı da gözümüzün önünde tüm çıplaklığıyla belirmiş oluyordu.
Okumaya devam et

"Neyin simgesi, kimin bedeni?" Türban tartışması üzerine…

turban_erkek.jpgVe bir kez daha memleketimizin üzerine karanlıklar mı çökeceği, yoksa aniden vicdan özgürlüklerinin aydınlığına mı boğulacağı kahvaltı soframızın, okul kantini aylaklıklarımızın ve iş arası bunaltılarımızın gündemine düşüverdi. Memleketçe karanlıkları ve aydınlıkları gözümüzün önüne ancak, memleket efradının yarısının her sabah aynaya baktığında karşısına çıkan o acaip şey, o kime ait olduğuna henüz karar verilememiş beden, yani kadın bedeni üzerinden getirmeye öylesine alışmış olmalıyız; başka türlü tahayyül edemiyoruz karanlık denen şey peçeli bir kadından gayrı neye benzer, aydınlık Türk bayraklı tişört giyerek meydanlara koşmuş makyajlı Türk kadınının güzelliğinden nice ne olabilir… Olsun varsın; değil mi ki sabah evde eşimiz, öğlen işte kadın patronumuz, akşam yolda kadın bir sürücü üzerinden tekrar tekrar muhabbet konusu etmişiz kadınların ev işlerinde maharetli, sürücülükte pek fena, ve lakin iş dünyasında etek boylarıyla orantılı olarak başarılı olabildiklerini; hazır muhabbet sıcakken neden devam etmeyelim medeniyetin ve çağın gereklilikleri ve kadınların saçlarının ne denli ve nerelerde gözüküp gözükmemesi gerektiğinden?

Ve işte yine kadın bedeni. Gelmiş geçmiş en güvenilir medeniyet barometresi. Kendinden başka her şeyin göstergesi olan, ötekinin sembolü, berikinin işaretçisi, demokrasinin ve cumhuriyetin en mühim meselelerinin vasıtası olup da, bir tek kendisi olamayan. İçi boş bir kütle gibi, bir karanlıkçılar bir aydınlıkçılar anlam üzerine anlam atfetsinler diye, bir oraya bir buraya savrulan bir beden. Türlü çeşitli –seküler ve ilahi- dinlere mensup, ve fakat tamamı ataerkiden muzdarip erkek ve kadınların kurtarıcılığına soyundukları, hele hele bir de otoriter biçimlerde uykudan uyanmaya çağıracak kadar zihinden yoksun farzettikleri, safi bir beden. Kadın bedeni.
Okumaya devam et

Bilimkurgunun Estetiğine Doğru

joanne_russ2.jpgYazan: Joanna Russ
Çeviren: Elif Çopuroğlu

-Bilimkurgu, edebiyat mıdır?
-Evet.
-Öyleyse yerleşik edebiyat ölçütleriyle değerlendirilebilir mi?
-Hayır.

Böylesi bir iddia, yalnızca gerekçe değil, detaylı bir açıklama da gerektirir. Yazılı bilimkurgu, elbette ki, edebiyattır, oysa kendine diğer medyaları (film, tiyatro, hatta belki de resim ve heykel) seçen bilimkurgu kelimeler dünyasına uygulanandan başka ölçütlerle değerlendirilmelidir (1). Bilimkurguya edebiyat olarak ve öncelikle de nesir kurgu olarak odaklanan bu denemenin amacı, eleştirmenlerin geleneksel edebiyat eleştirisini bilimkurguya uygulamaya çalıştıklarında karşılaştıkları sınırlamaların bir kısmına işaret etmek. Özetle, son yıllarda akademinin bilimkurguyla ilgilenmeye başlaması ciddi zorlukları beraberinde getirdi. Akademik eleştirmenlerin bu türe yönelik alışıldık (ve temelsiz) bir hor görüyle kuşatılmaları bir yana, bu eleştirmenlerin ellerindeki araçlar da ne kadar bilenmiş olursa olsun, realist ya da doğalcı olan yirminci yüzyıl kurgusuyla arasındaki yüzeysel benzerliğe karşın edebiyat sanatından temelde çok farklı olan bu yapıt grubuna uygulanabilir değil.
Okumaya devam et

Hrant Dink'i Özledik!

hrant_dink.jpgGeçtiğimiz gün İstanbul ve tüm Türkiye’de 19 Ocak 2007’de ne olduğu hatırlandı. Bir parmağın bir tetiği çekmiş olduğu, sakin bir öğle vakti dünyanın akışının değiştiğiydi hatırlanan. Peki 20 Ocak’ta, 21, 22 ve 23 Ocak’ta neler olmuştu? Geçtiğimiz senenin şubat ve mart ayları ne getirmişti bize? Silah tutan ellerin gösterdiği işbirlikçi polis ve askerler, münferit kelimesini kullanmakta hiç tereddüt etmeyen bakanlar ve valiler, gündüz gözüne uluorta atılan tehditler, imha edilen deliller, soruşturulması reddedilen emniyet mensupları, jandarmalar, polis muhbirleri… Cinayetten tam bir yıl sonra bugün, 19 Ocak 2008’de geldiğimiz nokta neresi peki? Dava da sürüyor, birbiri ardına tahliyeler de. Biz Hrantız dedikçe Mehmetlik dayatmaya meraklı grupların seslerini yükseltirken sırtlarını yasladıkları ırkçı iktidarlar işbaşında. 301’in soluğu hâlâ ensemizde.

Nasıl bu cinayet 19 Ocak 2007’de durup dururken kendine hakim olamayarak tetiği çekmiş bir aklıevvelin işinden ibaret değilse, nasıl bu feci olayda, o parmağın o tetiği çekişinde, nice ocakların, şubatların, “Hrant Dink’in öldürüleceğini çoktan bilen bütün bir Trabzon”un, valisiyle, komiseriyle, ülkücüsüyle, eline silah tutuşturulan çocuklarıyla ince ince dokunmuş bir şebekenin izi varsa, o karanlık günün üzerinden geçen bir yılda ve tam şu anda da, o tetiği çeken parmak dışında kalan her şey, Hrant Dink’i bu dünyadan alan silahlar, fikirler, şebekeler, yasalar aramızda. Cinayet devam ediyor. Her gün, her saniye maruz kaldığımız, zaman zaman fikrimize, zaman zaman canımıza kasteden şiddet biçiminde, Hrant Dink’in yaşamaya mecbur bırakıldığımız yokluğu biçiminde devam ediyor cinayet.

19 Ocak 2007’de giden canın geri gelesi yok. Dünyanın akışı değişti, dünyaya akışını değiştirmeye niyetli bir adam aramızdan alındığı için. Fakat öncesiyle sonrasıyla değişmeyen akışlara dur demenin, adaleti devam eden cinayetin boğazına tıkamanın vaktidir. Mahkeme önlerinde artık hayatlarımızı katlettirmek istemediğimizi bağırmanın vaktidir.

Adalet talep eden bu denli çok insanın acılı hatrı bu yas günüyle sınırlı kalamaz; adaleti de sağlar, karanlıkların boğazına çomak da tıkar bir gün. Hrantsız olduğu için hep eksik kalacak bir adalet…

Ütopyada İkirciklilik: "Mülksüzler"

mulksuzler.jpgYazan: Judah Bierman
çev: Canay Özden

Ursula K. Le Guin’in ütopik masalı Mülksüzler, yalnızca bilimkurgu semalarında yeni bir anarşist komün tasarısı olmakla ve dünyaya çivi çakmış tadı kalmamış demokrasilerimizden veya hemen her yerde bitiveren faşist tiranlıklardan, dolayısıyla tüm sorumluluklarımızdan bir kaçış önermekle kalmıyor. Parlak fizikçi Shevek’in ‘İkircikli bir ütopya’ altbaşlıklı bu ruhsal otobiyografisi ve ütopyacı arayışı aynı zamanda anarşist-sosyalist ütopya düşüncesinin bazı çıkmazlarını da masaya yatırıyor. Dahası, Plato ve More gibi, Le Guin de ütopyacı bir tasavvurun ‘bilen kişi’ için nasıl bir toplumsal sorumluluğu ve yabancılaşmayı dayattığını inceliyor. Ben Mülksüzler’in Anarres dünyasının iki anlamda okunabileceğini iddia ediyorum: Birincisi bu dünyanın yalnızca ikircikli bir biçimde iyi olduğu yönünde, ikincisi ise bu ikircikli durumun, kendi içindeki düzenleyici ilke doğrultusunda, hâkim yaşam tarzının kalıcı olarak belirlenmediği ve önüne geçilemez toplumsal ve çevresel değişikliklere izin verdiği hatta bunları talep ettiği şeklinde. Le Guin’in daha evvelce kaleme aldığı bilimkurgu eserleri ve büyücü hikâyeleriyle açıktan açığa bağlantılı olsa da aslında Mülksüzler diğer çağdaş ütopik hikâyelerle beraber okunması lazım gelen ahlaki bir alegoridir. Bu kitap, aynı zamanda planlı bir toplumda bilginin, ileriyi görenlerin ve bilimcinin sorumluluğu hakkındaki tartışmaya övgüye değer bir katkıdır.
Okumaya devam et

Bir Yıl Sonra Bugün…

hrant_dink2.jpgRakel Dink:

“Sevgili kardeşlerim
Önce gelin şu lirik yalnızlığımızı paylaşalım. Bırakın anlaşmayı yoklayın yüreklerinizi.
Bir yıl sonra onu yaşamak için yine buradayız. Burada, onun kanını suyla sabunla temizlemeye çalıştıkları kaldırımdayız. Bu kaldırım bu şekilde temizlenebilir mi?
Kardeşlerim
Kanın sesi ancak adaletle susar. Sizler bugün adalet için bugün buradasınız, sessizliğinizde adalet çığlığı yükseliyor.
Katilin eline bayrak verip poster çektirenlere adalet ne yaptı?
Sadece görüntüleri basına verenlere dava açtı. Stadyumlarda hepimiz Ogün’üz diye bağıranlara ne yaptı ülkemin adaleti?
Daha katil yakalanmadan silahın markasına kadar bilen jandarmalara ne yaptı ülkemin adaleti?
Eşime haddini bildirmeye çalışan vali yardımcısına ne yaptı ülkemin adaleti?
Diyorlar ki, “301’den kim hapse girdi?” Ben de diyorum ki, Hrant Dink’i yaşatsalardı da keşke hapse girseydi. Çünkü yaşasaydı, bugün hapiste 3 aydır yatıyor olacaktı.
Bizi acılarla akraba ettiler. Maalesef kardeşlik de bugün cesaret istiyor. Ama asıl yaşamak cesaret ister, umut cesaret ister, adalet cesaret ister kardeşlerim.”