Bu yılki İstanbul Film Festivali’nde önceki festivallerde rastlanmayan iki yeni başlık göze çarpıyordu. “Çağımızın Aynası Sinema” ve “Umuda Yoculuk: Göçmenler.” Bu yazı, işte bu başlıklar altında gösterilen bir dizi filmin değerlendirilmesi üzerinden, kaçak göç olgusunu; zaman zaman işsizlik, savaşlar ve siyasi baskının zaman zaman da tüketim ve gösteri kültürünün büyüsünün insanları nasıl yerlerinden yurtlarından ettiğini konu edinen, siyasal sorunlara direkt olarak parmak basan, çağımızın aynası olma iddiasındaki bir sinemanın varlığını olumlu ve olumsuz yanlarıyla beraber masaya yatırmayı amaçlıyor.
Değerlendirmeye, öncelikle, yukarıda adı geçen başlıklar altında gösterilen filmlerin –“Osama” ve “Otar Gittiğinden Beri” gibi birkaç çok iyi örnek dışında- tek başlarına yer yer toplumsal olguların siyasal ve tarihsel çok boyutluluğunu ortaya koymak konusunda yer yer de aynı olguyu farklı bakış açılarından değerlendirebilmek noktasında yetersiz kaldığını söyleyerek başlayabiliriz. Belki ancak tüm filmler bir arada izlenince ortaya göç, yoksulluk ve baskı olguları konusunda derli toplu bir resim çıkıyor, zira her film bilmeden de olsa bir diğerinin ihmal ettiği başka bir noktaya odaklanıyor. Bu duruma bakıp böylesi bir sinema anlayışına dair olumsuz yargılar edinmek mümkün. Diğer yandan, ileride böylesi filmler arasında etkileşimin artacağını da göz önünde bulundurarak bir tür olarak çağın aynası olmayı hedefleyen bir sinemaya dair umut beslememek için de hiçbir sebep yok. Hepsinden öte, bu sene toplumsal içerikli filmlerin festival kapsamına alınmasını, Çin’den Afganistan’a, Yunanistan’dan Avusturya’ya, Bulgaristan’dan Gürcistan’a kadar oldukça geniş bir coğrafya hakkında iyi kötü bir fikir edinmiş ve bu bölgelerin sinemasına bir bakış atma imkanı bulmuş olmamıza vesile olduğu için son derece olumlu bir girişim olarak değerlendirdiğimizi de ekleyelim.
Dilerseniz, önce toplumsal gerçekliği yansıtma iddiasındaki filmlerin zayıf noktalarıyla başlayalım. Bu türün en başarısız örnekleri, hiç şüphesiz hem toplumsal olguların çok boyutluluğunu hem de bireylerin farklı bakış açılarını ihmal eden yer yer tek taraflı, yer yer kuru bir insan hakları savunusuna yahut bildik sol propagandasına dönüşen özellikle yarı belgesel biçimindeki filmler. Arjantinli yönetmen Rodrigo Vazquez’in “Condor: Şer Ekseni” isimli belgeseli ve Yunanistanlı yönetmen Kyriakos Katzourakis’in “Batıya Giden Yol” adlı çalışması, olayları sadece tek bir bakış açısından ve tarafgir bir dille ortaya koyan birer propaganda filmini andırıyorlar. “Condor: Şer Ekseni”, Güney Amerika’da 70’lerde meydana gelen bir dizi askeri darbenin Condor adlı FBI’a bağlı gizli bir örgüt tarafından desteklendiğine dair marksistler tarafından ortaya atılan bir komplo teorisini kanıtlamayı amaç edinmiş bir belgesel. Güney Amerika ülkelerinin 70’lerdeki toplumsal ve siyasal koşullarını bütünlüklü olarak yansıtmaktan ve askeri darbelerin altında yatan sebepleri göstermekten son derece uzak olan belgesel boyunca izleyiciler durmadan o dönemlerde kaçırılmış ve işkence görmüş birkaç isim ve yakınlarının yoğun tasvirlerle bezeli anlatımları üzerinden ajite edilmeye çalışılıyor. Böylece ABD ve Güney Amerika’nın faşist askeri cuntalarına yönelik aslında son derece doğru olan birçok eleştiri de güme gidiyor. Akla karanın şüphe bırakmayacak denli ayrıldığı filmin sonunda sinema salonunda kopan alkış tufanı ve “Kahrolsun Amerika” sloganları belki yönetmenin amacına ulaştığını ortaya koysa da, böylesi bir sinemanın çağın aynası olup olamayacağı konusunda zihinlerde bir soru işareti bırakıyor. Benzeri şekilde “Batıya Giden Yol” adlı, Yunanistan’daki göçmenlerin yaşamını konu edinen yarı belgesel çalışma da dar açı çekimleri, karanlık atmosferi, farklı ülkelerden gelen onlarca göçmeni başlarından geçen ve bir travmaya dönüşen anılarını anlatmaya zorlayan üslubuyla nahif bir duygu sömürüsünden öteye geçemiyor. İletişim teknolojilerinin bu denli geliştiği bir dönemde, üzerindeki bunca baskıya rağmen Yunanistan’da kalışını, ailesine telefonla ulaşamaması gibi inanılması güç bir iletişimsizlik problemiyle gerekçelendiren bir Rus göçmenin ağzından aktarılan film, ne göçmenlerin yolculuk nedenlerinin altında yatan farklı gerekçeleri ne de kişisel yazgıların farklılığını ortaya koyuyor. Bu tip filmlerden çıkan yegâne sonuç “göç ve göçmenlik kötü ve acı bir deneyimdir” gibi basit ve indirgemeci bir cümleden ibaret kalıyor. Bu tür yapımlarda dar açı görüntülerin yoğun kullanımı gerçekliğin hep tek bir boyutuyla verildiğinin bir dışavurumu gibi.
Oysa aynı gerçekliğin çok daha geniş bir bakış açısıyla, tarihsel ve siyasi değişkenleriyle bir arada yansıtılması da mümkün. Yönetmenliğini Paul Jay ve Nilüfer Pazira’nın üstlendiği “Kandahara Dönüş” tam da böyle bir belgesel. Yıllar önce bir üniversite öğrencisi iken terk ettiği Afganistan’a, Taliban rejiminin yıkılmasının ardından en yakın arkadaşı Dyana’yı bulmak üzere dönen Nilüfer Pazira’nın, kendisini oynadığı bu yapımda her ne kadar zaman zaman son derece bayat gelen oldukça tarafgir bir aydınlanmacı insan hakları söylemine başvurulsa da film, ülkenin siyasal tarihi hakkında verilen yerinde bilgiler ve ülkenin birçok şehrinde yaşayan üniversite öğrencisinden mezar bekçisine, mücahit generalinden göçmen kadınınına farklı kesimlerden onlarca insanla yapılan söyleşileriyle, Afganistan gerçeğini geniş bir perspektifte değerlendirilebilir kılıyor. Afganistan deyince, sadece kendi kulvarında değil festival genelinde de en çarpıcı filmlerden biri olan “Osama”ya değinmeden geçmek olmaz. Afganistan’daki Taliban rejimi sırasında kadınların içinde yaşamak zorunda kaldığı korkunç koşulları anlatan yönetmenliğini Siddiq Barmak’ın yaptığı bu dikkat çekici film, kadınların yanlarında erkek olmadan sokağa çıkmasına müsaade etmeyen ve çoğu ailede yirmi beş yıldır süren kesintisiz savaş nedeniyle hiç erkek kalmadığı için kadınları açlık ve sefaletle baş başa bırakan Taliban rejiminin tüm vahşiliği ve acımasızlığını gözler önüne seriyor. Ailesini geçindirmek için Osama adıyla erkek kılığına girmek zorunda kalan küçük bir kız çocuğunun Taliban eğitim kamplarından yaşlı bir çocuk sapığının evine uzanan çıkışsız yolu tüm gerçekliğiyle izleyicileri adeta boğuyor. Kandahar’a Dönüş ile beraber Osama, ülkeyi insan hakları ve özgürlük adına bombardıman eden Amerika ve işbirlikçisi talancı mücahitler ile katı din kurallarını dayatma uğraşındaki Taliban rejiminin arasında kırk katır mı kırk satır mı misali bir tercihin dayatıldığı Afgan halkının içinde bulunduğu şartlar üzerinden bizleri pre-modernite, modernite ve postmodernite hakkında tekrar tekrar yeniden düşünmeye yer yer bu kavramları yeniden tanımlamaya zorluyor. Zira, dünyanın bu en karmaşık ve sorunlu bölgesinde modernliğin, aydınlanmanın ve insan haklarının belki de en radikal eleştirisi, modernitenin ürettiği silahlar ve iletişim teknolojileri olmaksızın asla kurulamayacak olan küresel terör ağının kaynağına dönüşebiliyor.
Bizlere Avrupa’dan çok daha uzak ve yabancı olduğu su götürmez bir gerçek olan Afganistan’ın durumu hakkındaki bu filmler aslında, artık burnumuzun ucunda kadar gelip de bir türlü hala göremediğimiz bir takım gerçeklerle bizleri yüzleştiriyor. Michael Winterbottom’ın yönetmenliğini yaptığı, Afgan kardeşler Cemal ve Enayetullar’ın Pakistan’daki bir mülteci kampından başlayan ve Türkiye’den de geçen uzun göç yolculuğunun anlatıldığı “Bu Dünyada” bu tür filmlerden biri. Gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanan film, bir yandan, Pakistan’dan İran’a, oradan da Türkiye ve İtalya’ya uzanan çağımızın göç yolunu ve bu yol üzerinde kaçak göç trafiğinin nasıl düzenlendiğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererken, bir yandan da hemen her gün karşılaştığımız kaçak göçmen işçilerin hangi koşullara katlanarak buralara kadar geldikleri konusunda bizlere ışık tutuyor. Tabii, bu insanları Afganistan’dan kalkıp buralara kadar sürükleyen ve tüm bu olumsuz şartlara dayanmalarına neden olan motivasyonun gerekçeleri hakkında da fikir veriyor.
Zira göç olgusu oldukça karmaşık bir deneyim. Elbette insanları göç etmeye zorlayan savaşlar var, işsizlik, yoksulluk gibi zorunluluklar var, insanların yıllarca oturdukları doğdukları yerleri bir çırpıda terk etmeleri kolay değil. Ancak göçmenlerin büyük bir bölümünün de herhangi bir zorunluluk olmadığı halde “daha iyi” bir hayat istediği için, ellerindeki ile yetinmeyip “daha çoğunu” istediği için doğdukları yerleri terk edenlerden oluştuğu bir gerçek. Pek tabii, bu noktada “daha iyi hayat”ın ne demek olduğu sorunsallaşıyor. Zira iyi hayatın tanımı da bir söylemden, genellikle batı tarafından üretilen baskın bir söylemden ibaret. Çinli yönetmen Wang Xiaoshuai’nin “Sürüklenenler” adlı filmi fazlasıyla durgun anlatımına ve kavuşamamayı iletişimsizlik gibi çağa uymayan bir gerekçeye dayandırmasına karşın zorunluluktan değil ama daha iyi bir hayat için Amerika’nın büyüsüne kapılıp göç eden gençlerin öyküsüne yer vermesi açısından dikkat çekici. Fujian eyaletinin Çin geleneklerine bağlı muhafazakar bir kıyı kasabasında yaşayan gençleri, okyanusun öte yakasına çeken, “istedikleri kıyafeti giymek ve saçlarını istedikleri gibi yapabilmek” olarak tanımladıkları bir özgürlüğe kavuşmak. Nitekim Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üyelik sürecine yönelik göndermelerle ilerleyen film, küreselleşmenin kaçınılmazlığına ve bu kaçınılmaz gidişata, modanın ve medyanın bu sınır tanımaz etkileme gücüne direnmeye çalışan geleneksel düzenin nasıl da gençlerini göç ile yitirdiğine dair çarpıcı bir yaklaşım.
Tam bu noktada, maddi yoksulluk ve yoksunluk hissinin neden olduğu göç, vaad ettiği umudu ve mutluğu yerine getiriyor mu sorusu çıkıyor karşımıza. Avusturyalı yönetmen Ruth Mader’in “Mücadele” isimli filmi işte bu soru üzerine yoğunlaşıyor ve Polonya’dan maddi yoksulluk nedeniyle kaçak işçi olarak Avusturya’ya gelen ve çok geçmeden bir hayat kadını olarak çalışmak durumunda kalan Ewa ile karısından boşanmış ve tek çocuğu tarafından da sevilmeyen manevi yoksulluk içindeki Viyanalı zengin emlakçı Marold’un bir genelevde kesişen mutsuz hikayelerini anlatıyor. Bu yaklaşımıyla, maddi yoksulluk, göç ve umudu özdeşleştiren diğer tüm filmlerden ayrılan “Mücadele”, bir umudun vaadiyle göç edilen yerin göç edenlerin tahmin edemeyeceği kadar karanlık, sıkıcı ve çıkışsız olabileceğini gözler önüne seriyor.
“Umuda Yolculuk: Göçmenler” teması altında gösterilen tüm filmlerin bir ortak özelliği var. Göç, hep üçüncü dünyadan, (ki burada üçüncü dünya coğrafi bir tanımlamadan öte yoksunlukla özdeşleştirilen bir metafor), batıya, (ki bu da coğrafi bir tanımlamadan öte zenginlikle özdeşleştirilen bir metafor), yönelik bir yolculuk olarak varsayılıyor tüm fimlerde. Julie Bertucelli’nin filmi “Otar Gittiğinden Beri” göç filmleri arasında en çarpıcı olanı ve yukarıda anlatılmaya çalışılanların adeta bir özeti. Gürcistan’da sık sık suların ve elektriğin kesildiği altyapısı yetersiz, ekonomik ve kültürel üretimi düşük başkenti Tiflis’ten, Paris’in ışıklarına, diline ve kültürüne karşı duyulan bir özlem anlatılıyor film boyunca. Üçüncü dünyaya ve (batılı tanımlara göre) geri kalmışlığa ait, batılı olmanın tam karşıtı tüm atıflar, tüm klişeler bu filmde mevcut: Sık sık kahve falı baktıran, rasyonaliteden nasibini almamış kaderci insanlar, seyyar satıcılıkla hayatını kazanan, Tiflis’te gecekondudan bozma bir evde yaşayan bir aile, sokaklarda tembel tembel oturup durmadan zengin olmanın hayallerini kuran gençler… Ve tabii batıya dair tüm atıflar da bu filmde var. Paris’in canlı rengarenk caddeleri, modanın ve gösterinin büyülü dünyası, her şeyi tüketebilmenin hazzı, varlığına atfedilen kimliklerinden sıyırılıp tüm muhazafakar değerlerin ötesinde kendi kendini yeniden yaratabilmenin sonsuz imkanı… Nitekim, biraz daha para kazanabilmek uğruna kaçak işçi olarak gittiği Paris’te bir inşaatta çalışırken ölen dayısının izinden gidiyor Gürcü kızı Ada ve annesi ve büyükannesini terk edip Paris’te yaşamakta karar kılıyor.
Oysa neden hep doğudan batıya, fakirlikten zenginliğe yahut üçüncü dünyadan birinci dünyaya, tek yönlü olsun ki göç? O ışıkların büyüsünün gizlediği, karanlık metrolar, trafiğin gürültüsü, durmaksızın çalışmak zorunda olmanın ağırlığı, aşırı rasyonelleşmiş ve bireyin varoluşunu daha doğmadan belirleyen bir iktidar yapısının moleküler düzeyde yayıldığı elektrikleri kesilince şaşkınlıktan dilini yutan bir düzen karşısında, arada bir elektriklerin kesildiği ama kimsenin şaşırmadığı, insanların tembellik etmeye ve durup iki çift laflamaya vakit bulduğu, teknolojik altyapının ve iktidarın çok daha zayıf ve etkisiz bir biçimde örgütlendiği bir düzen tercih edilemez mi?
Göç filmleri arasında, Avrupa’da tekdüze ve belirlenmiş bir yaşam süren gençlerin Hindistan gibi ülkelere yakın zamanlarda iyice yaygınlaşan göçlerine dair de bir eser olsa, hiç şüphesiz çok çarpıcı olurdu. Umarız gelecek yıllarda, çağımızın aynası olma iddiasındaki sinemanın, toplumsal süreçleri çok daha farklı boyutlardan görebilen filmler ortaya koyduğunu görme imkanına sahip oluruz…