“Siyahi Dergisi'nin Yaz 2007 sayısında yayımlanmıştır.”
Türkiye gündeminin muktedirler arası çarpışmalara kitlendiği bir zamanda, kilidin çoktan kırık olduğunu fark etmek bugün çok önemli. “Kemalist -bürokratik- militer- aydın” ve “liberal- islamcı- AKP” çatışmasının kendini doğrulayan bir kehanet biçiminde, kriz çığlıkları eşliğinde bir krize döndürülmesi esnasında, iki tarafın da faili olduğu otoriteryanizm ve ırkçı pratikler gündemin alt sıralarına doğru düştü. Oysa ki, çok değil dört ay kadar önce Hrant Dink’in öldürülmesiyle birtakım gerçeklerin artık geri döndürülemez biçimde su yüzüne çıktığını sanmış, Türkiye siyasetinin indirgenmeye çalışıldığı iki büyük kutbun ne denli aynı ırkçı kalıplardan faydalandığı, iş ırkçı ayrıma geldiğinde ne denli birbirlerinin ellerine oynadıklarının iyiden iyiye aşikâr olduğunu düşünmüştük. O günden bugüne gelişmeler yaygın ırkçılığın, tam da gizlendiği formlardan ve adının koyulmamışlığından faydalanarak, yapıştığı pratiklere iyice kurulduğunu gösteriyor. Bu yazı ırkçılığı, çoğu doğrudan ve açıkça ırkçı olmayan, belki ayrımcı veya tektipleştirici eğilimleri olan, günlük hayata içkin yaygın pratiklerin mümkün kıldığını savunuyor. Bu pratiklerin devlet odaklarına gölgesi düşen iki taraflı denklemin iki tarafına da içkin olmakla kalmayıp, yaygınlığı ve adının konulmamışlığı sayesinde doğrudan ırkçılığı erklendirdiğine geçtiğimiz birkaç aya bakarak işaret ediyor.
Kilidin kırıklığını göstermek için önce tenis maçına dönen devlet iktidarı çatışmalarına bakmakla başlayalım. AKP iktidarı ve Kemalist elitin iktidar saplantıları benzer bir otoriteryanizmle örülü: Cumhurbaşkanı seçim sürecinin başlarında Bülent Arınç yeni cumhurbaşkanında olması gereken özelliklere dindarlığı eklerken, YÖK Başkanı Erdoğan Teziç ise her nedense cumhurbaşkanına bir akademik kariyer öngörüyordu. Devletin kilit pozisyonları için köşe kapmaca oynamak şeklindeki bu siyaset anlayışı iki iktidarın birbirleriyle çok uyumlu bir şekilde çatıştıklarını; çünkü siyasetlerinin aynı seviyede cereyan ettiğini gösteriyor. Koltuğa “adamını” getirme odaklı siyasetin, eleştirelliği daha baştan imkânsız kıldığı aşikâr. Bu siyaseti sürdürmede çok iyi anlaşan iki tarafın, Türkiye gündemini kitlemesi yeni bir durum değil; zira daha büyük ortaklıklarının daha ciddi sonuçları var. Irk temelli düşman siyaseti bunların en güçlüsü.
Devlete “Reşoların Memoların” şerrinden korunaklı Kemalizm odakları eklemleme siyasetinin başat örneklerinden olan YÖK, hepimizin bildiği gibi yükseköğretim yönetmeliğinde yükseköğretimin amaçlarını otoriter bir şekilde belirliyor; buna göre “Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duymak” Türkiye yükseköğretiminin öğrencilere kazandırması gereken temel niteliklerden. Zorunlu mutluluklara tabiyeti siyaset haline getirmiş olan YÖK şimdilerde bu kanunu erklendirerek, yurtdışında eğitim gören öğrencilere de denklik vermek için müfredatın Atatürk milliyetçiliğine uygun olmasını şart koşuyor. YÖK her denklik başvurusu yapanın okulunu incelemeye alacak kadar yetkin olmadığına göre bu madde, ileride çatlak sesli bir bilimcinin yoluna taş koymak için bir emniyet subabı görevi görecek olmalı.
Türklükten mutluluk duymayı memlekette nefes almanın koşulu haline getirme arzusu besbelli militer bir tektipleşme arzusu teşkil ediyor. TSK’nin 27 Nisan gecesi uykumuzda verdiği muhtıra “Ne mutlu Türküm diyene anlayışı” tabir ettiği bir fikrin ülkeyi ortadan ikiye böldüğünü, bu fikre prim vermeyenlerin düşmanlıkla kimliklendirilmesi gerektiğini açıkça ifade etti. Savaş analojilerinin gırla gittiği bir siyasete aç laik-muhafazakâr kitleler ve ordu, karşılarına sırf (neo)liberal AKP’yi ve kafalarındaki şeriat öcülerini değil, Türklükten mutluluk duymayan her Türk’ü ve Türk olmadıkları için mutlu olmaları tasavvur dahi edilmeyen Kürtleri, Ermenileri ve diğer herkesi kolaylıkla aldılar. Zaten Türklükten, mutluluktan ve herhangi bir millet kimliğinden mutluluk duymanın “episteme”sinden şüphe eden grupların muhatap dahi kabul edilmeyeceği hem TSK hem CHP tarafından çok kereler belirtilmiş, “Teröristlerle masaya oturmama” şiarıyla militer düşman siyasetinin daimiliği açıklığa kavuşmuştu. Kurumsal varlığını savaşa dayamış bir kurumun kendi temel varsayımları gereği dünyayı düşmanlar ve dostlardan müteşekkil olarak tasvir etmesi beklenendir; fakat ordunun da müdahil olduğu düşman temelli bir siyaset yapma heveslisi “Ordu Göreve” angajmanının ise ancak kimliklerin sabitlendiği, çeşitli ırkçılıkların kol gezdiği bir dünya algısında var olması mümkündür. Öte yandan, muhafazakâr Kemalistlerin karşısında bir liberal olarak konumlanan AKP mesele Türklüğe geldiğinde liberalliğini dahi kaybedip otoriterliğe hızlı geçişler yapmakta, Kürtlere Kürt oldukları için ateş eden TSK’ya alkış tutmakta, Hrant Dink cinayetini polisiye bir meseleye indirgemekte, Uğur Kaymaz’ın faillerini habire rütbelendiren ve ırkçı cinayetlerin alıp başını gitmesine cinayetleri geçiştirmekle ve çoğu zaman teşvikle cevap veren bir Emniyet’e ve İçişleri Bakanı’na memnuniyetini her fırsatta göstermektedir. Askerin siyasete müdahalesiyle, müdahale edilen kendileri olmadığı sürece bir sorunları olmadığı da aşikâr olmalıdır ki, şimdilerde seçim için popülistçe asker aday arayışına girmekteler. Kısacası hükümet ve muhafazakâr-devletçi-askeri elit arasındaki çatışma ırk temelli bir devletin devamında çıkarları olan muktedirlerin iktidar perçinleme yarışından ibaret. Türklük ve onun ayrıcalıklılar tarafından belirlenen normları, normdan bilerek veya bilmeyerek sapanların başında sallanan bir kılıç olmaya devam edecek.
Birbirini Mümkün Kılan Irkçılıklar: Yaygın Pratikler
Eline silah alıp tetiği çeken ırkçılıkla, Türklüğü yükseköğretimin koşulu haline getiren ırkçılık ve pek çok diğerleri, sürekli bir dalgalanma halinde, sabitsiz bir kimlik içinde, biri diğerine dönüşmekle kalmayıp, aynı zamanda birbirlerini erklendiriyor da mütemadiyen. Hepimiz Ermeniyiz sloganının şeriatçı AKP yüzünden dininden soğumuş kitlelerin yabancılaşmasının ürünü olduğunu Tandoğan Meydanı’nın mikrofonundan dillendiren akademisyen ve onun gibi ‘Hepimiz Ermeniyiz’in kudretinden işkillenen az ırkçı-çok ulusalcı, yerine göre daha ırkçı-en ulusalcı milliyetçilik, iktidarını istikrarlı ve sabit bir ideolojiden değil günlük hayatımıza işlemiş yaygın pratiklerden alıyor. Yaygın pratiklerden kastım, farklı seviyelerdeki ayrımcılıkların ve tektipleştirmelerin ırkçılıkla geçici ortaklaşmalara gitmesi. Irkçı şiddet için örgütlenmiş bir yapının ırkçılığını ve ‘Hepimiz Ermeniyiz’e bir türlü içi ısınamayan akademisyenin ırkçılığını aynı kefede tutmanın yanlış olduğunu düşünüyorum; ama yoğunluk farkını bahane gösterip ikincisini ilkinden bağımsız tutmak çok daha vahim bir hata. Sadece birinin diğerine dönüşme halinde olmasından değil, birinin diğerini mümkün kılıyor olmasından da dolayı, ırkçı pratikler ister cinayet şeklinde olsun, ister yükseköğretim hakkına saldırmak olsun, birbirlerinin eline oynar, birbirlerini haklı kılar. Bu, ırkçılığı mümkün kılan görece masum görünüşlü pratiklere rıza gösterdiğimiz her anın büyük resimde inşa edici olması anlamında dehşete düşürücü bir gerçeğe işaret ediyor. Ve bizi Hrant Dink cinayetinden, rahip Santoro cinayetinden ve Uğur Kaymaz cinayetinden gösterdiğimiz rıza seviyesinde sorumlu tutuyor.
Irkçılığın önünü açan “işbirlikçi” pratikleri biraz açalım. Irksal belirlenen düşman üzerinden kotarılan siyaset, özneleri siyaha ve beyaza böldüğünden düşmanın da dostun da türdeş hayal edilmesini gerektirdiğine artık aşinayız. Çeşitli sembollerle donatılarak sabitlenen düşman imgesi kadar çizginin diğer tarafını, yani dost kısmını ilgilendiren bir türdeşleşme operasyonundan da bahsetmek özellikle şu aralar çok mümkün. Türkiye’de siyasetin farklılaşmayı iyiden iyiye lanetlediği ve acı, tanınmama, hayatını kaybetme pahasına tektipleştirici uzlaşma önerdiği bir tıkanıklıktan geçiyoruz. İdeolojiden çoktan geçmiş partilerin birleşmesi, “piyasalar huzursuzlanmasın” diye huzursuzlukların bastırılması, milletin “dost” tarafının birlik ve beraberliğe en çok şimdi ihtiyaç duyuyor olduğu fikri, lanetlenen ideoloji farklılığına ve övülen tektipleşmeye işaret ediyor. Chantal Mouffe’un da önerdiği gibi bu durum aslında tüm Avrupa’nın temel sorunlarından biri: Sağı solu boş verip “üçüncü yol” vaaz eden merkezci siyaset, uzun zamandır neoliberalizmle elele vermiş yürüyor. Türkiye’de de hâkim olan bu siyasi analiz anlayışı muktedirleri rahatsız etmeden, orijinal çıkışlar yapmadan, “ortayı bulma” yönelimli; 27 Nisan gecesinden hemen sonra televizyonları dolduran yorumcuların/siyaset bilimcilerin ve görüşleri alınan parti başkanlarının muhtırayı failsiz bir evrende gerçekleştirilmiş bir fizik deneyinden bahseder gibi sebep-sonuç ilişkileri içinde (“Askerin bu kadar üzerine giderseniz olacağı budur”… gibi) açıklamaya çalışmaları, sanki geçmiş, şimdi ve gelecek parçalarına ayrılabilir birimlermiş gibi “geçmişi unutup geleceğe bakmayı” ısrarla önermeleri buna işaret. Muhtıraya AKP içinde isabetli tepki gösteren tek milletvekili ise oyunu kuralına göre oynayan “mağdur” AKP içinde yalnız bırakılarak yukarıdan gelen bir uyarıyla susturuldu ve bir daha da AKP’den “çatlak” bir ses gelmedi. Tandoğan ve Çağlayan Meydanlarını dolduran kitlelerin uzlaşı arayışı yine benzer bir telden çalıyor. Bu kitlelerin “cumhuriyet tarihinde görülmemiş denli büyük bir tehlike”nin çözümünü -darbeyi açıkça isteyecek kadar açıksözlü olmadıklarında- iki partinin birleşmesinde görmeleri ve bu kadar büyük tehlikelerin uzlaşıyla halloluverecek olduğunu düşünmeleri neyle açıklanabilir? Militer anlayışın savaş analojilerinin bir devamı olarak kendilerini güvende hissetmelerinin koşulunu sayıca fazla olmakta görmeleri mi? Yoksa kaybettiklerini düşündükleri otoriter mekanizmaları sağlamlaştırmak için nicel üstünlük meşruiyetine ihtiyaç duyuyor olmaları mı? Veya bu ülkede azınlık olmanın ne demek olduğunu, mensup oldukları veya güven duydukları askeri-bürokratik odakların bugüne kadar azınlık olanlara yaklaşımı ve onlara uyguladığı şiddet dolayısıyla çok da yakından biliyor oldukları için mi azınlık olmak böyle korkutuyor onları? Sebep ne olursa olsun, “uzlaşma/solda birleşme/birlik ve beraberliğe duyulan ihtiyaç” naralarıyla talep ettikleri çoğunluk, türdeş bir çoğunluk. (Mouffe’un deyimiyle hegemonik) Siyaset yapmamızı engelliyor.
Bir diğer yaygın pratik Loïc Wacquant’ın “bölgesel sabitleme ve damgalama” olarak adlandırdığı analiz biçimi. Araştırmasını alt sınıfların kent içinde sürüldüğü tecrit edilmiş ve çevrelenmiş bölgelerde yoğunlaştıran Wacquant, bu bölgelerin sakinleriyle beraber cüzzamlı gibi damgalandığını, şehrin güzelliğini gölgelemekle itham edildiğini ve böylelikle burada yaşayanların bu damgalama yüzünden toplumsal hayatta gitgide daha ehliyetsiz kılındığını savunuyor. Temelde metropol kentlere dair olan bu savın Türkiye’de bölgesel ötekileştirmeye uygun düştüğünü düşünüyorum. Günlük dilimizin kâh ekonomik determinist, kâh modernist “gelişme-gelişmeme” retoriğinden en çok payı bu ülkenin “doğusu” alıyor ve bu retorik ağ, doğuyu coğrafi bir istikametten çok bütünsel bir kültür olarak, yani “Doğu” olarak kuruyor. “Doğu”, Kürt ve Ermeni kelimelerini kullanmadan ırkçılık yapmanın önünü açtığından, özellikle de ayrımcı ekonomik tahlillere bilimsel/nesnel bir kisveyle konu olabildiğinden böyle rağbet görüyor. Ekonomik istatistikler vasıtasıyla “Doğu”yu ülkenin sırtında bir yük olarak betimleyen anlayışı bir an için olduğu yerde bırakalım, daha kadın bir bakış açısına bürünüp daha can yakıcı bir konuyu ele alalım. Bir kısır döngü halinde can alan töre cinayetleri geçtiğimiz sene maalesef medyatik ırkçı analizlere konu oldu. Feministlerin aterkilliğe ve onun yaygın pratiklerine yaptıkları vurgu, kadınların kadın cenazelerini sahiplenmelerindeki yüreklilik, töre cinayetini ülke gündemine sokmaya başardı; fakat Ertuğrul Özkök de töre cinayetlerinin bir Kürt problemi olduğunu yazmakta ve köşesinden Kürtlere otoriter bir tavırla önce bu problemi çözmeleri gerektiğini vaaz etmekte gecikmedi. Öyle ya, istatistikler hep “Doğu”dan geliyordu. Türkiye’nin bir bölgesinin ilk defa bu kadar açıktan açığa Kürt olarak tanınmasının böyle bir damgalanmaya denk gelmesi acı vericidir. Problemi diğer bütün bileşenlerinden ayırıp koyarsanız, “namus cinayeti”ni görmezden gelip kendinden menkul ve münferit bir kategori olarak “töre cinayeti”ne bakmayı seçerseniz, ataerkilliğin yaygın pratiklerine, “Doğu”daki iç savaşa ve devletin “Doğu”yla giriştiği psikolojik savaşa gözlerinizi aynı anda yumarsanız töre cinayetinin Kürtlüğüne de kanaat getirebilirsiniz. Ve ancak bu şekilde “kadınların öldürüldüğü Doğu” imgesini “kadın öldüren Kürt”e yamayarak, cinsiyetinden dolayı şiddet gören Kürt kadınını ve kadın öldüren Türk erkeğini ve kızkardeşini öldürmek istemediği için isyan eden Arap erkeğini ve İsveç’te ve İngiltere’de artmakta olan namus cinayetlerini görmezden gelmeniz mümkün olur.
Bölgesel damgalama “Doğu” hakkında konuşma ehliyetini erklendiriyor. Bu ehliyet “Doğu”yu kurdukça Doğulu Doğu’sunun içine hapsoluyor ve toplumsal ehliyeti törpüleniyor. “Kürtler olmasaydı AB’ye girebilir miydik? GSMH’mız çok daha yüksek olur muydu?” gibi açıktan ırkçı soruları otoriter ekonomistler/analistler tarafından sorulabilir kılan istatistiksel dünya algılayışı , bu ülke üzerinde birbiriyle eşzamanlı ama birbirinden farklı tarihler evrildiği, analitik bir ilüzyonla bu tarihlerin birbirinden tereyağından kıl çeker gibi ayrılabileceği tahayyülüyle kolkola giriyor. Dünyayı her biri kendi içinde türdeş ve ayrı Kürt-Ermeni-Türk-Kadın-Eşcinsel tarihlerinden oluşan çok elemanlı bir denklem olarak hayal etmek ve sonra denklemden bir elemanı keyfekeder çekebileceğini zannetmek, bu istatiksel anlayışın bir sonraki adımı. Ama olmuyor, dünya denkleminin sağlaması hep farklı çıkıyor.
Irkçılığın Adı Neden Konmuyor?
Irkçılığın adının neden konmadığına dair söz söylemeyi vaat edip “nasıl”ın derinliklerinden su yüzüne çıkamayan bir yazı, henüz okuduğunuz. “Neden”ine şimdi kulak verelim; ama önce bu yazı yazılırken çıkan gazetelerin manşetlerine bakmayı da ihmal etmeyelim.
Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü her sene kültürel çeşitlilikten, farklılıklar içinde barıştan dem vuran etkileyici dans-müzik performansları hazırlıyor. Bu senenin gösterisi beş dilde “Hepimiz” adını taşıyor; Rum, Kürt, Alevi, Ermeni ve Roman bölümlerinden oluşuyor. Bu durum 16 Mayıs 2007 tarihli birkaç gazetenin ilgisine mazhar olmuş olmalı ki, performans hele bir de yabancı bir heyet önünde sergilenip işin içine “Türkiye’yi tanıtma” iştigali girince performansı manşetlerine çıkarmışlar. Hürriyet gazetesi gösteride Kürtçe şarkılar söylenmesini, dansçıların “peşmerge kıyafetleri” olarak adlandırdıkları kıyafetlerle Nevruz ateşi üstünden atlamalarını, türbanlı bir kadının “Okuma hakkımı istiyorum” yazısıyla gösteride yer almasını hayrete düşmüş bir dille anlatıyor. Hele hele türbanlı bir kadının elektro gitar çalmasını hiç anlamlandıramıyor. İşin ilginci, gazete bu durumun neden Türk milletinin bekası için tehlike arz ettiği hakkında hiçbir yorum yapmaya gerek duymadan bu “küstah” olayları tasvir etmekle yetiniyor, yorumunu “Tuhaf Şov”, “Boğaziçi’nin Türkiyesi”, “Türban Şov” gibi manşetlerle belirtmekle yetiniyor. Daha ajitatif bir gazete ise (Takvim) heyecanına hâkim olamayarak tek kelime Türkçe konuşulmadığını haber içinde üç dört defa tekrar etmekte ve performansı “Şok Tanıtım” olarak tasvir etmekte. Ne de olsa Türkiye’ye dair söyleyebilecekleriniz hakkında yaratıcı olmanız gerekmez, kendi hikayenizden değil devlet babanınkinden ve Türkçe olarak bahsetmeniz gerekir.
Bazı gazeteler Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra söyleyegeldiğimiz ve dilimize çok yakışan Hepimiz Ermeniyiz sloganına da tepki geliştirerek bu sloganı söyleyenlerin şüpheli menşeinden, vatan hainliğinden dem vurmakta cömert davranmış ve beklentileri doğru çıkarmışlardı. Ancak bu yukarıdaki durumun sade ırkçılığı bu yazının konusu açısından daha anlamlı. Haberin bir “suçüstü” haberi soğukkanlılığıyla ve dolayısıyla sade bir tasvir ve başlıklara kondurulan sade bir hayretle verilmesinin ardında, bir Türkiye tasvirinde Kürdün, Ermeninin yeri olmaması gerektiğinin açıklama dahi gerektirmediğine duyulan bu inanış yatıyor. Hepimiz Ermeniyiz’i eleştiren biriyle tartışmak mümkünken, Kürtçe’den Türkiye topraklarına Aztek dili kadar uzak bir dil, Nevruz’a da bir Budizm bayramı muamelesi yapan, bu performansı tasvir etmenin yorum yapmadan tek başına bir suça delalet olduğunu varsayan bu dil, daha yaygın ve daha basit olduğu için daha problemli. Çünkü meseleyi yaygara yapmadan, ama otoriterce, “teröristlerle masaya oturmayan”ların kendinden eminliğiyle ele alarak Romanlığı, Kürtlüğü, usulca normun dışına çıkarıyor, “tuhaf” olarak isimlendiriyor, -eh, bir de yabancı konuklarımızın yanında- işgüzarlık olarak niteliyor, acayipleştiriyor. Kürtlükten bahsetmeyi muhalif olmayı kafaya koymuş birilerinin şımarıklığı olarak görüp tartışmadan kestirip atıyor.
Irkçılığın adı bu yüzden konmuyor. Adı konan şeyler siyasete döneceği, siyaset de analize tabi olduğu için. Fakat Kürtçe şarkıların söylendiği, Hrant Dink’in anıldığı, 6-7 Eylül olaylarının utancını taşıyan ve Romanların –diğer birçok grupla beraber- kentsel dönüşüm projeleri adı altında yerlerinden edilmesine yakınılan bir gösterinin Türkiye’yle alakası olmadığını soğukkanlı bir hayrete düşerek ima etmek “ırk”ı telaffuz etmeden ırkçılık yapmak demek. Toplumca ırkçılığa alerjimiz olduğuna inanmaya devam ettikçe, ırkçılığı ifşa etme gücümüzden yitireceğiz. Hrant Dink’in katli gibi, artık bıçağın dehşetle kemiğe dokunduğu anları beklememiz gerekecek. Bu yüzden ırkçılığın adını koymak şimdilerde bu kadar önemli.