Dark City: "Önce Karanlık Vardı"

Önce karanlık vardı. Sonra yabancılar geldiler…

Filmin ilk iki cümlesiden yapılan yukarıdaki alıntı, Dark City’nin ‘kara film’ ile ‘bilimkurgu’nun belki de en çok çakıştığı bir noktada bulunduğunun en güzel özeti niteliğinde. Gerçekten de Dark City’de olduğu gibi hiç güneşin doğmadığı, gündüzün asla yaşanmadığı bir dünyadan daha karanlık bir dünyayı tasavvur etmek muhayyilemizin sınırlarını aşıyor. Diğer yandan bu fiziksel anlamdaki karanlık, film ilerledikçe yoğunlaşan bilimkurgusal disütopik tasvirlerle, boyunduruk altında olmanın, güçsüzlüğün, umutsuzluğun ve çıkışsızlığın karanlığı ile birebir örtüşüyor.

Alex Proyas’ın hem geçmişteki çok sayıda bilimkurgu ve kara film temasından etkilendiğinin gözlerden kaçmadığı hem de ileride daha ayrıntılı bir şekilde değineceğim üzere Matrix gibi çok sayıda takipçisini de hiç şüphesiz bir hayli etkilediği Dark City’si, bu anlamda bilimkurgu sinemasının evriminde kilit bir konumda bulunuyor ve kendisinden sonra bilimkurgunun ve kara filmin hangi noktaya evrileceğine dair ilk sinyalleri veriyor. Durduğu noktada, gerek kurgusu, gerek felsefi derinliği, gerekse muhteşem ışık kullanımı ve görüntü yönetimi, çarpıcı dekoru ve son derece sık ve başarılı sahne geçişleri gibi teknik özellikleri ile hem bilimkurgu hem de kara film türlerinde bir sinema başyapıtı olma niteliği taşıyor.
Okumaya devam et

Yarından Sonra, Aynı Tas Aynı Hamam – The Day After Tomorrow –

Her şeyden önce söylemek gerekir ki, Yarından Sonra (The Day After Tomorrow,2003) son dönemlerde bolca çekilen bir dizi geniş bütçeli Amerikan yapımı felaket filmi arasından, bir çırpıda ayrılan, sadece görsel efektlerdeki ilerlemenin hangi noktaya ulaştığını görmek ve hoşça vakit geçirmek için gidenlerin değil, aynı zamanda dünyanın gidişatı üzerine fikir yürütenlerin de beklentilerini karşılayan bir film. Bu yazıdaki esas ilgi odağımızın da filmin tartışmaya açtığı politik ve felsefi mesajı ile filmin varoluşu ile kime ve neye hizmet ettiği sorunsalı olduğunu hemen belirtelim. Ama bugüne kadar Yarından Sonra üzerine yürütülmüş bazı genelgeçer tartışmalara da değinmeden geçmeyelim istedik.
Bu tartışmaların başında, Yarından Sonra’nın da ABD yapımı felaket filmlerinin olmazsa olmaz klişelerini barındırdığı ve kendinden öncekilerin bir kopyasından ibaret olduğuna dair eleştiri geliyor. Pek tabii, Yarından Sonra’nın bugüne kadar çevrilen çeşitli Hollywood kaynaklı felaket filmlerindeki birtakım klişeleri barındırdığı âşikar. Her zamanki gibi yine felaketi önceden öngören bir araştırmacı ve onun uyarılarını dikkate almayan bürokratlarla karşılaşıyoruz bu filmde. Yine tüm felaketlere karşın canları pahasına birbirlerini sevip kollamaya devam eden ve bunun için başlarına gelmedik kalmayan aptal aşıklar çıkıyor karşımıza. Nitekim yine filmin sonunda, öngörü sahibi adamımız ve aptal aşıklardan oluşan ekibimize, milyonlarca insanın öldüğü felaketten sağ kurtulmayı başararak Baudrillard’ın ‘Amerika’ kitabında tasvir ettiği Amerikalılar’ın en büyük tatmin kaynağı olan şu meşhur cümleyi söylemek nasip oluyor: “We did it!” (‘Yaptık – Başardık’) Ha unutmadan her zamanki gibi pişmiş tavuğun başına gelmeyenler yine gele gele New York’un başına geliyor, bu sefer de dev dalgalarla dövülen şehri sular seller götürüyor, daha önce başına göktaşı düşen, sular altında kalan, kumsala gömülen zavallı Özgürlük Heykeli ise bu kez buzlarla kaplanıp donmaktan kurtulamıyor.
Okumaya devam et

Michael Moore Başkan, Amerika Şampiyon !? – Fahrenheit 911 –

Belgesel bir film olarak Fahrenheit 9/11
Michael Moore’un dünya çapında yankı uyandıran belgeseli Fahrenheit 9/11’i izlemek üzere sinemaya gittiğimde, kafamı film hakkında bir dolu önyargı meşgul ediyordu. Zira dünya çapındaki bu yankılar, ister istemez benim de zihnime ulaşmış ve açıkça söylemek gerekirse beni, daha önceden bildiklerimi bana tekrarlayacak kuru ve sıkıcı bir propaganda filmi izleyeceğime şartlandırmıştı. Ne var ki, böyle olmadı. Tarantino’ya film hakkındaki görüşleri sorulduğunda şöyle demişti: “Bir film eğlenceli olabilir ve bütün olması gereken bu. Beni ağlatabilir, beni güldürebilir, beni rahatsız edebilir, beni memnun edebilir. Bu film bunların hepsini yaptı.” Gerçekten de Tarantino haklıymış. Michael Moore, ülkesindeki seçimlere nasıl hile karıştırıldığını, 11 Eylül olaylarının arkasındaki komployu, Afganistan ve Irak savaşlarının anlamsızlığını, Başkan Bush’un söylevlerinin gülünçlüğünü, ABD içindeki dengesiz gelir dağılımının acımasız sonuçlarını bir bir gözler önüne sererken, seyircilerin de bu görüntüleri, gözlerini beyazperdeden bir an olsun ayırmaksızın, sıkılmadan ve eğlenerek izlemelerini sağlamıştı. Evet, tüm siyasi göndermelerinin ötesinde Michael Moore tam anlamıyla bir şovmendi. Dilediği an biz izleyicileri Bush’un bir repliği ile kahkahaya boğuyor, dilediğinde ise kamerasını 180 derece çevirip bizi savaşın korkunçluğu karşısında dehşete düşürmeyi, çocuğunu savaşta yitiren bir annenin haykırışlarıyla bizi göz yaşlarına boğmayı başarıyordu. Moore’un, kurgu masasında, filmin çekimleri sırasında elde ettiği onca görüntünün üzerindeki mutlak hakimiyetini, sınırsızca kullandığı belliydi. Öte yandan tam da bu nedenle kendisini belgesel değil de sıradan bir propaganda filmi çekmekle eleştirenler yanılıyordu. Çünkü ister deniz kuşları ister Yahudi soykırımı üzerine olsun, konu seçiminden kimlerle röportaj yapıldığına kadar aslında her belgesel, milyonlarca olay ve kişi arasından birine odaklanmayı seçerek zaten bir taraf tutuyordu. Bu anlamda, Michael Moore’un, zaten mümkün olmayan evrensel nesnellik gibi bir kaygı gütmemesi yerinde olmuş ve Moore bu tutumuyla geleneksel belgeselciliğe çarpıcı bir eleştiri getirmiştir.
Moore’un Fahrenheit 9/11 ile yapmayı başardığı bir diğer önemli şey de bugüne kadar savaşı bir Hollywood filmi veya bir bilgisayar oyunu jeneriği gibi izleyen Amerikan halkının büyük bölümünü, bugüne değin tanık olmadığı kanlı savaş görüntüleri, ABD askerlerinin yanmış cesetleri, savaşta çocuklarını kaybeden Amerikan ailelerinin acıları ve Irak’lılara uygulanan fiziksel, ruhsal ve cinsel tacizlerin vehameti ile yüzleştirmesi oldu. Belki tüm bunlar birçok insan tarafından zaten biliniyordu ama görsel hafızaları 11 Eylül’de ikiz kulelere çarpan uçakların ve bu kulelerin bir bir yıkılmasının görüntüsü ile doldurulmuş ve intikam için dolduruşa getirilmiş bir halka, intikamın hiç de iç açıcı olmayan sonuçlarının da tüm çıplaklığıyla gösterilmesi ve onların görsel hafızalarına bunların da kazınması, olayların ulaştığı boyutun daha iyi anlaşılmasında etkili olmuştur şüphesiz.
Okumaya devam et

Büyük İskender Geri Döndü!

Dünyayı Kurtaran Adamlarının Soyunun Tükendiği Bir Çağda
Dünyayı Kurtaran Adam Filmlerindeki Patlama Üzerine…

Büyük İskender, kendi çağının bilinen dünyasını baştan aşağı fetheden, insanlık tarihinin ilk büyük fatihiydi. Ne var ki, İskender’in tek amacı, sadece tüm dünyayı fethetmiş olmak değildi. Aynı zamanda uygarlık ile özdeşleştirdiği antik Yunan Medeniyeti’nin değerlerini yaymak, özgür aklın ve insan iradesinin egemen olduğu yeni bir dünya kurmak için de yola çıkmıştı. Hocası Aristo’nun sakin, erdemli ve akılcı olmayı, nefsini terbiye etmeyi, tutkularını, hırslarını ve arzularını denetim altına alıp aşırılıklardan kaçınmayı öğütleyen öğretisini, fetih tutkusu ve tüm dünyanın hakimi olma arzusuyla reddedip Asya’ya bayrak açtığında henüz 21 yaşındaydı. Yola çıkarken sadece geniş toprakları değil tarihi de fethederek ölüme meydan okumayı aklına koymuştu. Bir Asyalı ile evlendi. Bu tercihi, insanların birbirleriyle eşit olduğu bir dünyada farklı halkları aynı evrensel felsefe altında kaynaştırma idealinin sembolik bir dışavurumuydu. Dolayısıyla İskender’in Aristo’ya ihanet ettiği iddiası çok da doğru değildir, bilakis İskender’in fetihleri, son büyük temsilcisinin Aristo olduğu antik Yunan felsefesinin ve yaşam tarzının geniş topraklarda yaşayan birçok farklı kavme kabul ettirilmesi ile sonuçlanmıştı. Ne var ki, Aristo’nun tavsiyelerini dinlememiş olması İskender’in yeni bir dünya yaratırken kendi yaşamını tüketmesine yol açacaktı. Bedeni, ruhunun doymak bilmeyen fetih hırsına ancak 33 yıl dayanabildi. Ama İskender bu kısa ömründe ayak bastığı üç kıtada fikirlerini kendi adıyla birlikte yaşatacak onlarca İskenderiye şehri kurdurarak ölümsüzleşti. Amfi tiyatroları, ihtişamlı heykelleri, büyük kütüphaneleri ve devasa deniz fenerlerinin aydınlattığı geniş limanlarıyla tüm İskenderiye şehirleri, binlerce yıl Hellen ve Roma medeniyetlerinin kültür ve felsefe başkenti oldular. Aradan geçen nice yılların ağırlığı altında şehirler bir bir yıkılsa da fikirler taş duvarlardan daha dayanıklıydı ve birçoğu enkazların altından sağ çıkmayı başardı. Ve nihayet, kurduğu onlarca İskenderiye şehrinde yetişen torunlarının torunlarının torunları, bugünkü medeniyetlerinin temelini attığına inandıkları Büyük İskender’i beyazperdede yeniden yaratmayı, geçmişi bugüne taşımayı ve tarihi şimdiyle buluşturmayı başardı.
Oliver Stone’un Büyük İskender filminin internette dolaşan ilk fragmanlarındaki sloganlar Batı uygarlığının eriştiği bu aşamada, geçmişine olan vefa borcunu unutmadığını vurguluyordu adeta: “He lived, he still lives!” (O yaşadı, o hala yaşıyor!) Kısacası döngü tamamlanmış ve İskender’in ektiği tohumlardan yeşeren uygarlık, onu yüzlerce yıllık uykusunun ardından, sinema ekranında diriltmeye ve yeniden karşımıza çıkarmaya vâkıf olmuştu. Elbette bu sefer sanal bir kahraman olarak.
Okumaya devam et

Bir kelebeğin kanat çırpışının uzak diyarlarda kasırgalar yarattığı cümlesini yazan kalemin hareketine eşlik eden atomların, ırak illerde fırtınalar koparma arzusu üzerine bir deneme

Bir buluşma yeridir Eminönü gündüzleri. İki yakanın insanlarının birbirine kavuştuğu, milyonların sel olup denize aktığı bir nehirdir sanki. Balıkçıların, seyyar satıcıların, tezgahtarların ve güvercinlerin birbirine karışan seslerinin denizden esen rüzgarla ta uzaklara taşındığı ve o sesleri duyup da bir cümbüşün, bir karmaşanın içine yanaşan vapurlardan inenlerin nice yeni başlangıçlara ilk adımı attıkları bir yerdir burası. Yazın, birbirine sürtünerek yürüyen yüz binlerce terli bedeni yakan, soyan, kavuran güneş, akşama doğru, herhalde gün içinde insanlara çektirdikleri için utandığından olsa gerek, kızarıp bozararak denizin arkasına saklanmaya yeltendiğinde ise Eminönü bir ayrılık denizine dönüşür. Esnaf dükkanına, balıkçı teknesine, genç adam sevgilisine, Anadolulu İstanbullu hemşehrisine ve en sonunda kaptan gemisine veda ettiğinde, ıssız, kurak, karanlık bir vadi olur Eminönü. Bazen bu vedalar elveda olur ya hüzünlüdür o yüzden buralar. Nice yeni başlangıçlar, nice ilk buluşmalar, nice son görüş, son dokunuşlara kapı açmıştır çünkü. Ve aralanan her kapı, denizden gece şiddetle esen rüzgarla çarpıp kapanınca, artık o hüznü paylaşacak kimse kalmamıştır sokaklarda.
Hüzünlü ve yalnız bir genç otobüse binmektedir bu vakitler. Güneşin denizi, vapurların iskeleyi ve insanların birbirlerini son kez selamlayıp terk eyledikleri bu vakit o da nicedir kendisine yaşadığını, var olduğunu hissettiren inançlarını, sevgilerini, öfkelerini, aşklarını ve nefretlerini terk eylemektedir. Ne gözünde bir damla yaş, ne o yüzündeki eski telaş, otobüsün arka sıralarına doğru yürümektedir. Eminönü’nden kalkan otobüs, gencin ve onunla beraber otobüsün koltuklarını yavaş yavaş doldurmaya başlayan onlarca insanın belki de hiç kimselerin bilmediği ve hiçbir zaman da bilmeyeceği o hüzünlü vedalarına saygılı ağır ağır karanlığa karışmaktadır…
Ağır ağır karanlığa karışan otobüste şoförün arkasındaki altıncı sırada cam kenarında oturuyor genç adam. Henüz yanı boş. Dışarıya bakıyor, karanlık sokaklara. Tek tük koşuşturan, ne yaptığını, gece nerede yatacağını bilmediği insanlar… Sonra kafasını çeviriyor. Otobüsün içinde ağır bir hava hakim, rehavet çökmüş bedenlerin üzerine. Belki günün, belki haftanın, belki ayın ve hatta yılların yorgunluğu taşınmakta bu bedenlerde. Ama aslında halsiz kalan, mecalsiz düşen, onca acının altında ezilen ruhları. Aynı otobüsün koltuklarını paylaşmak dışında hiçbir ortak paydası olmayan bu yan yana dizili bedenlere ait ruhlar, birbirlerinin acılarından bihaber ayrı evlere, ayrı kavuşmalara doğru uzanmış ve birbirlerinden uzaklaşmış yabancılar. Bunları düşünüyor…
Okumaya devam et

Yakın Gelecekten Masallar

Jules Verne Bilimkurgu Öykü Yarışması Öykü Ödülü

Otobüs uçarcasına şehrin ana caddelerinden birinde sesten hızlı sürüklenirken, balık istifi aracın en önünde çelik bir çubuğa yaslanmış ayakta duran Rüya, dalgın dalgın karanlığa ve boşluğa bakıyordu. Yağmur şiddetini artırmıştı. Puslu camların ardında hüzünlü bir koku yüzleri seçilemeyen bedenlerden yayılıyordu. Yorgunluk ve halsizlik Rüya’yı hissizleştirmişti. O mavi, solgun gözler, cama sürtündüğü için gıcırdayarak bir sağa bir sola savrulan sileceklere takılmıştı. “Gırrç, gııyç, gırrç, gıyyç…” Sarkaçlı bir duvar saatinin bir türlü uyutmayan sinir bozucu tik takları gibi bir ses. Bir türlü uyuyamıyordu. Bir türlü uyanamıyordu…
Sileceğin ani geçişleriyle bir anlığına belki de milisaniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içinde berraklaşan gecenin görüntüsü… hemen ardından yağmur damlalarının dev cama ilk dokunuşlarıyla beraber tekrar kayıp giden, birbirine karışan, bulanıklaşan ışıklar.. Gözlerini kapadı. Yağmur damlalarının kapladığı camın ardında Mithat’ın bir görünüp bir kaybolan hologramının ona gülümsediğini gördü…
Okumaya devam et

J.G. Ballard ile Milenyum İnsanları Üzerine Söyleşi

Derleyen ve Çeviren: Elif Çopuroğlu

“Bu bizim yaşadığımız dünya işte; insanlar bedava park edebilmek uğruna bomba patlatıyorlar. Ya da belki hiç nedensizce. Hepimiz sıkılıyoruz, ümitsizce sıkılıyoruz. Bir oyun odasında aşırı uzun süre bırakılmış çocuklar gibiyiz. Bir süre sonra oyuncaklarımızı kırmak zorunda kalıyoruz. Hatta en sevdiklerimizi bile. İnandığımız hiçbir şey yok.”

J.G. Ballard’a neden ‘Shepperton’lı Kahin’ lakabının yakıştırıldığını anlamak hiç de zor olmasa gerek. İlk önemli romanı The Drowned World, küresel ısınma ve Kyoto Anlaşması’nın kamu bilincine intikal etmesinden on yıllar önce ekolojik bir felaketin içerimlerini keşfe çıkmıştı. Daha sonra, meşhur kolaj romanı The Atrocity Exhibition’da Ballard, Ronald Reagan’ın Hollywood kovboyluğundan ABD başkanlığına yükselişini tahmin etti. Prenses Diana’nın 1997’de Paris’te bir altgeçitte ölümünün parametreleri bile Crash’te [Çarpışma] bir dereceye kadar çizilmişti.
Salman Rüşdi’nin zamanında belirttiği gibi, Diana’nın yaşamının romanvari doğası, sandığımız gibi bir peri masalı değil, Ballard’ın yirmi beş yıl önce yazdığı gibi pornografik bir seks, ölüm ve şöhret masalıydı.
Ballard, 18. romanı Millenium People’ın [Milenyum İnsanları] da yayımlanmasıyla önceleme gücünü bir kez daha göstermiş oldu: anti-terörist güçler Şubat 2003’te Heathrow Havaalanı’na akın ettiğinde Ballard kendi kentsel terörizm yapıtına, Heathrow Havaalanı’nın 2 No’lu Terminali’nde patlayan bir bombayla açılan romanına, son rötuşları yapıyordu. Ve geçtiğimiz aylarda, daha eserin yayımlandığı üçüncü yıl dolmadan, Londra şehrinin merkezi iki hafta arayla arka arkaya bombalı saldırıların hedefi oldu.
Peki Ballard’ın bu apaçık uzgörüsünü nereye çekeceğiz? Öngörüleri kehanetten mi doğuyor, yoksa başka bir şeyin mi ürünü bunlar?
Okumaya devam et

Arthur Kroker ile Söyleşi

Davetsiz Misafir: Bize ve okurlarımıza Ctheory hakkında genel bir bilgi verebilir misiniz? Ctheory’nin anlamı, yaklaşımı ve amacı nedir?

Arthur & Marilouise Kroker: Ctheory (www.ctheory.net) bir elektronik teori, teknoloji ve kültür yayını. Le Monde, Ctheory’yi “dünyada en önde gelen üç elektronik entelektüel yayından birisi” olarak tanımladı.
Eşine az rastlanan bir entelektüel proje olan Ctheory’yi mümkün kılan Internet çağıdır. Çalışmalarımız web sayesinde 7 gün 24 saat on-line olarak açık sistemleri, açık mimariyi ve açık dosya paylaşımını destekleyen bir formatta dünyaya yayılıyor. Böylece Ctheory, Internet ağının sunduğu ütopik imkanların ortadan kaldırılma çabalarına direnerek bunun tam tersini yapmış oluyor. Dijital kültürün en demokratik, eleştirel ve toplumsal eğilimlerine denk gelen düşünce biçimlerine, yayın biçimlerine, iletişim biçimlerine dair elektronik kültürün imkanlarını keşfeden bir şekilde yazıyor ve yayın yapıyoruz. Kısacası, Ctheory dijital bir topluluk.
1993 yılında oldukça kısa bir zaman içinde, Wired dergisinin web sitesi için şifreleme protokollerini yazan web tasarımcısı Carl Steadmann’ın programlama konusundaki yardımları sayesinde ilk yayın yapan web sitelerinden biri olarak çabucak yayılan ve uluslararası bir okur ve yazar ağını toplayan bir ascii listserv olarak başlayan Ctheory, şimdi çeşitli net formatlarında yayın yapıyor: ascii, web, multimedya ve teknoloji, kültür, siyaset ve teori alanında önemli konulara ışık tutan ve üç yıla yayılan kolektif çabanın ürünü olan kitapların ve yayınların dijital arşiviyle birlikte.
Okumaya devam et