Gezi’ye Dair Unuttuklarımızı Hatırlarken

2013_Taksim_Gezi_Park_protests
“Oradaki çevreci gruba sabaha karşı sert müdahaleden sonra yeter artık dedim yani.
Ben bir şey yapmasam bile yanlarında olayım dedim, hiçbirini tanımıyordum.
Arkadaşlarımla Facebook üzerinden haberleştik.
Bir önceki günden Reyhanlı olayında kopuş oldu zaten konuşuyorduk.
Siyaseti umursayıp da bir şey yapamayanlar için bir kopma noktası…”
(İnsan kaynakları çalışanı)

Gezi ile sokak siyasetine ilk kez girişen ve böylece küçük bir çevreci eylemi kitlesel bir protestoya dönüştüren kalabalıklar bir anda ortaya çıkmıştı. Bir yıl önce en çok da buna şaşırıldı. 1 Mayısların kemikleşmiş geleneksel solcu ekiplerinden olmayan ama 31 Mayıs 2013 tarihinde öndeki örgütlü grupların arkasındaki kalabalığı yaratan Gezi protestocuları ne için oradaydı? Geçen bir yıl süresince bu insanlar çeşitli vesilelerle yine sokaklara çıktı. Berkin’in cenazesini bu milyonlar sahiplendi, yine bu insanlar seçim sonrası sokaklarda oyunu çaldırmamak için sabahladı. En son olarak da 13 Mayıs Soma işçi katliamını protesto etmek için bir araya geldiler.

Ama 30 Mart yerel seçimlerinde sol, bir oy patlaması yapamadı. Bu 1 Mayıs da yine geleneksel kısıtlı solcu katılımıyla gerçekleşti. Yani Gezi dinamiğini taşıyan kesim ile sosyalist hareket bir iletişim kuramadı. En son geçtiğimiz haftalarda Gezi’nin sahiplenebileceği iki miting, Soma mitingi Kadıköy’de, Alevi mitingi de Şişli’de olmak üzere aynı gün farklı yerlerde yapıldı. Büyük kitlelerin bazı mitinglere katılmamasının açıklaması, işçi sınıfı bilinci taşımayan bir mücadele zaten devrime gidemez denerek veya orta sınıflar avantajları nedeniyle sisteme muhalif olamaz önyargılarıyla hele ki, sadece eyleme gidenler toplumsal vicdana sahiptir kibriyle yapılamaz. Alternatif bir tanı için, Gezi protestocularıyla Ağustos 2013 döneminde yaptığım görüşmelerden yararlanacağım. Bu yazıdaki amacım da bir yıl önce gerçek, doğrudan, katılımcı demokrasi isteğiyle sokağa çıkan Gezi protestocularına sözü geri vermek ve Gezi’yi kitlesel bir harekete çeviren dinamik üzerine düşünmek.

Gezinin birinci yıl dönümünde düşünülmesi gereken insanların nasıl bir harekette var olmak istedikleri olmalı, çünkü insanların nasıl bir muhalefetin içinde olmak istedikleri sistemin meşruiyetini tamamen kaybettiği kırılgan noktayı ele veriyor. İşte neoliberal düzene alternatif bir sosyal değerler yaratımı buradan esinlenmeli.

Solun ve Sağın Ötesinde: Politikleşen Apolitik
Niye siyaset Gezi’de birden bire popüler oldu? Nasıl kendisine apolitik denen veya küçük burjuva denip geçilen kesimler Gezi eylemcilerine dönüştü? Geziyi kitleselleştiren ve Kuzey Amerika’daki Occupy hareketleri gibi kısıtlı ve marjinal olmasını engelleyenler, Gezi’ye bireysel olarak veya kendi aralarında sözleşip katılanlardı. Aralarında daha önceden örgüt ve hatta eylem deneyimi bile olmayanlara niye Gezi’ye katıldıklarını sorduğumda birçok kişiden “Gezi’nin politik olmadığı ve bu yüzden katıldıkları” yanıtını almıştım. Birçok kişi de Gezi Parkı’nın merdivenlerinde ve meydandaki siyasi parti ve gruplara ait stantlara uğramayıp arka taraflardaki arkadaşlarını bulmaya gittiklerini anlatmıştı:

“Hiçbir örgütlenme içine girmedim. Gençlikten gelen bir şey -bu ilk eylemim– zaten partisiz bir eylem en mantıklısı bu” (Pazarlama müdürü)

“Herhangi bir gruba üyeliğim yok, bir partinin gençlik kolunda değilim. Ait hissettiğim politik bir görüşüm de yoktu. Üniversitede bir kez onur yürüyüşüne katıldım. Siyasi olarak bir şeylere karşı değil de, hak içindi. Bizim okuldan Cihan vardı, onun için Çağlayan adliyesinde beklemiştim. Hep birilerinin haklarını savunmak içindi. 1 Mayıs’a hiç katılmadım. Bir örgüte de katılmadım.”(Öğrenci)

Başka bir Gezi katılımcısı plastik mermiyle göğüs kısmından yaralandığını söyledikten sonra Gezi Parkı deneyimini şöyle anlatıyordu:

“Sol örgüt çadırlarına uğramadık, çünkü onlar taraf. Siyasi bir partiye de katılmadık. Tam tersine arkadaşlarla konuşayım ortamı göreyim dedik.” (Avukat)

“Bir sürü sol örgüt çadır kurmuştu. Benim elime manifesto tutuşturuldu: ‘Yeter artık bu rejim bilmem ne’ -yavaşça katlayıp cebime koydum” (Öğrenci)

Okumaya devam et

#GeziyiHatırlat

gezi_AKM

İnanması güç ama son 12 ayda
Türkiye tarihinin en büyük ayaklanması #Gezi,
en büyük yolsuzluğunun ifşası #17Aralık,
en kalabalık cenaze töreni #BerkinElvan,
en şaibeli seçimi #30Mart ve
en büyük işçi katliamı #Soma yaşandı.

Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden birini yalnızca bir yıla sığdırmayı başaran AKP ülkenin sırtında bir kanburdan başka bir şey değildir artık. Silah zoru, polis copu bu algıyı sadece biraz daha pekiştirmeye yarar, o kadar.

Hafızalarımız daha çok taze, hafızalarımız kurşun geçirmez.

O yüzden bugün ve her zaman, AKP ve tüm kurumsal iktidarlar için sonun bizler içinse yepyeni bir geleceğin başlangıcı olan #GeziyiHatırlat

Soma’dan Tuzla’ya İş Cinayetleri Nasıl Doğallaştırılıyor?

soma_katliamSoma’da Türkiye tarihinin en büyük dünya tarihinin de sayılı büyük işçi katliamlarından birini yaşadık. Soma, tam sayısını hala bir türlü öğrenemediğimiz yüzlerce işçiye mezar olurken, Tayyip Erdoğan’ın ağzından hep şu cümleleri duyduk: “Kazalar bu işin fıtratında var. Dünyanın her yerinde benzeri kazalar oluyor. Madencilikte bu kazaları olağan karşılamak lazım.”

Bu yaklaşım, şüphesiz birçoğumuzun isyan etmesine yol açtı. Zira Erdoğan madencilik kazalarının dünyanın her yerinde olduğu tezini savunurken güncel değil 19. yüzyıl İngiltere’si, 20.yüzyıl başı Amerika’sı gibi 100-150 sene öncesinden örnekler vermişti. İş kazalarının oranına dair güncel verilere baktığımızda Türkiye’nin durumunun AB ülkelerinin oldukça gerisinde olduğu görülüyordu. Soma katliamından sonra kaleme alınan birçok yazıda da çokça paylaşıldığı gibi AB ülkelerinde 100 bin işçi arasında ölümlü iş kazaları 2 civarındayken Türkiye’de bu oran 15’in üzerindeydi. (bkz. Aziz Çelik: “Soma Katliamı”)

Peki, nasıl oldu da tüm bu haklı ve yerinde eleştirilere rağmen Erdoğan’ın iş kazalarını normalleştiren ve doğallaştıran söylemi sadece AKP’li siyasetçiler değil, AKP’ye oy veren geniş seçmen kitlesi ve toplumun başka kesimleri tarafından da kolaylıkla ve hemen kabul görüp savunulur oldu? Bu sorunun cevabını AKP seçmeninin her denilene inanması veya lidere koşulsuz itaatkârlığı ile açıklamak indirgemeci ve yetersiz bir yaklaşım olacaktır. Zira iş kazalarının doğal ve normal olduğuna dair söylem sadece günümüze, Erdoğan’a ve AKP’ye özgü bir söylem değildir. İş kazalarının olağan olduğuna dair yaklaşım Türkiye’de farklı görüşlerden siyasetçiler, işadamları, mühendisler ve hatta sendikacılar ve işçiler tarafından da yaygın olarak kabul gören bir yaklaşımdır.

Bugüne kadar 160 işçinin hayatını kaybettiği Tuzla tersaneler bölgesinde yaşanan iş cinayetleri üzerine saha araştırması yapmış biri olarak Tuzla’da görüştüğüm birçok kişiden, bugün Erdoğan’dan duyduğumuz ve yadırgadığımız iş kazalarının olağan olduğuna dair cümlelerinin çok benzerlerini duyduğumu söyleyebilirim.

tuzla-tersaneler-bolgesinde-patlama-1450382

Bu yazıdaki derdim, bugün Soma’da iş cinayetlerini doğallaştıran iktidar söylemini Tuzla tersanelerinin patron ve mühendislerince dile getirilen benzeri söylemlerle karşılaştırarak, iş cinayetlerinin normalleştirilmesine Soma özelinde değil daha genel bir perspektiften yaklaşmak ve “iş kazaları zaten dünyanın her yerinde oluyor, doğaldır” argümanının nasıl meşrulaştırıldığını anlamaya çalışmak. Böylece iş cinayetlerine karşı tepki ve eleştirilerimizi sadece tekil ve kişisel bir iktidara değil onunla beraber adına neoliberal kapitalizm dediğimiz daha kapsamlı bir söylemsel ve ekonomik iktidara yöneltmemiz mümkün olacaktır.

Okumaya devam et

Amerika’ya Doktoraya Gidenlerden Kimler Dönüyor Kimler Kalıyor?

ulkelere_gore_phd_donenler_kalanlar.pdf
Bilindiği gibi Türkiye, Amerika’ya en çok doktora öğrencisi gönderen ülkeler arasında dünyada 5. sırada yer alıyor. Amerika’da doktora sonrası dönsek mi kalsak mı diye düşünüp taşınanlar veya Amerika’da doktora yapanlardan hangi ülke vatandaşlarının çoğunluğu Amerika’da kalırken hangileri dönüyor diye merak edenler için Amerikan Ulusal Bilim Akademisi (NSF) verilerine dayanılarak her yıl hazırlanan Amerikan vatandaşı olmayanların doktora sonrası Amerika’da kalma oranlarına dair aşağıdaki ilginç araştırmayı inceledim.

(Araştırmanın 2014 Ocak ayında yayınlanan tam metni için bkz: http://orise.orau.gov/files/sep/stay-rates-foreign-doctorate-recipients-2011.pdf

Buna göre, her yıl yaklaşık 12.000 ila 14.000 aralığında yabancı ülke vatandaşının doktora aldığı Amerika’da doktora sonrası kalma oranları oturma izni/yeşil kart sahibi olup olmama, doktora yapılan alan, gelinen ülke ve cinsiyet gibi kriterlere göre değişiyor. Bu değişkenlerden bağımsız olarak toplama bakıldığında, doktora sonrasındaki 5 yıl boyunca Amerika’da kalanların genel oranı %66. Doktora sonrasındaki 10 yıl boyunca Amerika’da kalanların oranı ise %62.

Mühendislik ve fen bilimleri alanında doktora yapanların ekonomi ve sosyal bilimler alanında doktora yapanlara göre Amerika’da kalma oranı daha yüksek. Doktora sonrasındaki 5 yıl içinde en çok Amerika’da kalma oranı %79 ile bilgisayar bilimleri ve %77 ile bilgisayar/elektronik mühendislerinde. Biyologların %73’ü, fizikçi ve kimyacıların %68’i, matematikçilerin %67’si doktora sonrası Amerika’da kalıyor. Bu oran ekonomi ve sosyal bilimlerde düşüyor. Sosyal bilimcilerin %51’i doktora sonrasında Amerika’da kalırken ekonomistlerin yalnızca %46’sı Amerika’da kalıyor. Tahmin edilebileceği gibi Amerika’da oturma iznine sahip olanların vizeyle giriş çıkış yapanlara göre Amerika’da kalma oranı daha yüksek. Dolayısıyla bu oranlar oturma izni olanlar çıkartılınca biraz daha düşüyor. Amerika’da vize ile bulunanlar arasında mezun olunan bölüme göre doktora sonrasındaki 5 yıl boyunca Amerika’da kalma oranları şöyle:

-Bilgisayar Bilimleri: %77
-Bilgisayar/Elektronik Mühendisliği: %76
-Biyoloji: %70
-Fizik/Kimya: %66
-Matematik: %65
-Sosyal Bilimler: %46
-Ekonomi: %42

Ülkeden ülkeye de büyük farklılıklar var. Amerika’da en çok doktora mezunu veren yabancı ülke vatandaşları sıralamasında Çin, Hindistan, Güney Kore ve Tayvan’dan sonra Türkiye ve Kanada 5.ciliği paylaşıyor.
Okumaya devam et

Yabancı Sermayenin Türkiye Lobisi AKP Hükümeti

turkiye_toplam_dis_borc_stoku

İlk yayın tarihi 12 Temmuz 2013 / Güncelleme 29 Ocak 2014

AKP iktidarının Türkiye’yi içine sürüklediği gerilim ortamında zaten pamuk ipliğine bağlı olan ekonomik dengeler de bir bir alt üst olmaya başladı. 2013 Haziran ayından itibaren Türk lirasının değeri dolar ve euro karşısında her geçen gün biraz daha erirken İstanbul Borsası da oldukça kısa sayılabilecek bir sürede çok ciddi değer kaybına uğradı. Merkez Bankası döviz kurunu dizginlemek için Türkiye’nin sınırlı döviz rezervlerini eritmek pahasına ihaleyle milyarlarca dolarlık döviz satışı yaptı, daha sonra piyasaya doğrudan döviz satışı yaparak müdahale etti. Bu müdahaleler Türk lirası karşısında doların değerini bir kuruş dahi düşüremeyince, bu kez Merkez Bankası son çare olarak faizleri artırma yoluna gitti ve 28 Ocak 2014 itibariyle faizleri %5 civarında artırıp neredeyse iki katına çıkardı. Peki başbakan Erdoğan’ın Gezi direnişinden beridir icat ettiği ve şiddetle karşı çıktığını ifade ettiği “faiz lobisi” söylemine rağmen Merkez Bankası’nın faizleri bu denli radikal bir oranda artırması şaşırtıcı mı? İşte bu yazıda, Merkez Bankası’nın faiz artışının aslında hiç de şaşırtıcı olmadığını, tam tersine AKP’nin yıllardır sürdürdüğü ekonomi politikasıyla uyum içinde bir karar olduğunu ortaya koymaya çalıştım.

Türkiye AKP’nın iktidara gelmesiyle iyice yükselen ve 2013’te yaklaşık 60 milyar dolara ulaşarak Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın (GSYİH) %7’sinini aşan döviz açığını (cari açık) kapatmak için yabancı sermayeye muhtaç hale getirilmiş durumda. Muhtaç olduğu yabancı sermayeyi bu çıkıştan alıkoymak için Türkiye’nin acil olarak bugün sunabileceği/satabileceği yegâne araç ise maalesef yüksek faiz. Aslında bugün Türkiye’yi cari açığını acilen finanse edebilmek için faizden başka satacak bir şeyi olmayan bir ülke haline düşüren AKP iktidarının yıllardır sürdürdüğü ekonomi politikası. Her ne kadar bugünlerde başbakan Erdoğan’ın kendisine yönelik sözde darbe girişimlerinin meşhur baş aktörlerinden biri ne olduğu pek de belli olmayan bir “faiz lobisi” olsa da aslında başbakan ve başında olduğu AKP hükümeti yıllardır dışarıya borçlanma ve ithalatı artırma modeliyle şişirdikleri ekonomiyi yabancı sermayeye düşük döviz kurundan yüksek faiz satarak idare ediyorlar.

Evet, AKP iktidara geldiğinden beri dış borca ve ithalata dayalı bir büyüme modelini uyguladı. Bu ithalata dayalı büyüme modeli sonucu Türkiye’nin 2002 yılında 129 milyar dolar olan dış borcu 2012 sonunda 336 milyar doları aştı. Hazine Müsteşarlığı resmi verilerine göre toplam dış borç stoku 2013 sonunda 360 milyar doları da geçmiş durumda. Yani AKP iktidara geldiğinden beri Türkiye’nin dış borcu 3’e katlandı. Dış borç ve ithalata dayalı bu büyüme modelini sürdürülebilir kılacak yurtiçi tasarruflar ise çok düşük seviyelerde seyretti, hatta yurtiçi tasarrufların GSYİH’e oranı düştü. Dış açığını iç tasarruflar, üretim ve ihracatla kapatamayan AKP hükümeti finansal sistemi “kısa vadeli” yabancı sermaye girişlerini cezbedecek hale getirdi. Bu noktada kısa bir not düşerek “uzun vadeli” ve kalıcı “doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının” (Türkiye’de fabrika kurmak gibi) bu kısa vadeli finansal kâr amaçlı yabancı sermaye girişi yanında önemsiz derecede az kaldığını vurgulayalım.

bono_borsaya_gelen_yabanci_para_2002-2012Türkiye’ye “sıcak para” olarak tabir edilen kısa vadeli finansal kâr amaçlı sermaye girişi iki ana kanaldan olmakta: Bunlardan birincisi İstanbul Borsası, diğeri de sabit getirili menkul kıymetler (SGMK) yani banka mevduatları ve devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) yani devlet tahvili ve hazine bonosu. AKP hükümeti sermaye girişini teşvik etmek için yaptığı düzenlemelerle borsayı tamamen vergisiz hale getirdi. Evet, İstanbul Borsası’nda sermaye geliri elde eden hem yabancı hem de yerli hissedarlar ne stopaj ne de gelir vergisi öderler. Hatırlatmak gerekirse İstanbul Borsası’nda işlem gören hisselerin yaklaşık %65’i az sayıdaki yabancı sermaye grubunun elinde. Dolayısıyla bu yabancı finansal kurumlar borsada istedikleri gibi spekülasyon yapmakta, bu spekülasyondan elde ettikleri gelirden vergi ödemedikleri gibi borsadaki manipülasyonlarından dolayı da ciddi bir takip ve denetime maruz kalmamakta. Sabit getirili menkul kıymetlere gelince yine AKP hükümeti 2006 yılında geçirdiği açıkça ayrımcı bir kanunla, bu kez sadece yabancı sermaye için devlet tahvili ve hazine bonosundan elde edilen geliri vergiden muaf hale getirdi. Yerli tahvil ve bono alıcıları ise elde ettikleri sermaye gelirinden %10 oranında stopaj ödemeye devam ediyor. Devlet iç borçlanma senetlerinde yani devlet tahvili ve hazine bonosunda yabancıları kayırmak sadece vergi muafiyetinden ibaret değil. Yabancı sermayeyi esas cezbeden nokta devletin tahvil ve bonoya ödediği yüksek faiz. Her ne kadar Türkiye’de bir zamanlar %20’lerin üzerinde seyreden tahvil faizleri 2008 krizinden sonra piyasayı tekrar canlandırmak için Amerikan Merkez Bankası’nın tahvil alım programıyla piyasaya milyarlarca dolar enjekte etmesi sayesinde tüm dünyada faizlerin geri çekilmesiyle birlikte %7-8 seviyelerine kadar düşmüş olsa da, bu oran yine de %1-2 aralığında faiz veren ABD ve Avrupa ülkeleri tahvillerine göre yabancı sermaye için çok cazip üstelik vergisiz kazanç imkanı sundu. Şüphesiz Türkiye’nin tek başına yüksek faiz vermesi yabancı sermayeyi çekmek için yeterli değildi. Aynı zamanda yabancı sermayenin Türk lirasının değerinin en azından azalmayacağına da ikna edilmesi gerekiyordu. Böylece örneğin 1.80 liradan dolarını bozdurarak devlet tahvili alan bir yabancının dönem sonunda elde edeceği faiz gelirinin bugün olduğu gibi dolarını 2.25 liradan geri almak zorunda kalarak sıfırlanmayacağının garanti edilmesi şarttı. Yoksa bugün olduğu gibi yabancı sermaye Türkiye’yi hızla terk ediyordu. İşte bugün Merkez Bankası tarafından neredeyse iki katına çıkarılarak artırılan faiz oranları, Türkiye’nin yüksek dış borcunu ödenemez kılacak şekilde hızla artan döviz kurunu dizgilemenin yanında yabancı sermayenin döviz kurundaki artıştan dolayı uğradığı bu zararı telafi edip Türkiye’ye sıcak para akışını tekrar cazip hale getirmeyi amaçlamakta.

Eğer 2002 yılından bu yana döviz kuru hareketlerine bakacak olursak AKP’nin en azından 2013 Mayıs ayına kadar döviz kurunu baskı altına alarak yabancı sermayeye bu güvenceyi vermeyi başardığını söyleyebiliriz. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında (bugünkü parayla 6 sıfırı attığımızda) dolar kuru yaklaşık 1.5-1.6 lira aralığına ulaşmıştı. AKP iktidarı geçmiş hükümetler döneminde döviz kurunda yaşanan aşırı dalgalanma ve değer kayıplarını kuru baskı altına alarak dengeledi. Zira geçmiş hükümetler döneminde de oldukça yüksek faiz vardı, buna karşın Türk lirası da hızla değer kaybediyordu ve yabancı sermayedarlar yüksek faizden elde ettikleri kazancı Türk lirasının değer kaybından dolayı aynen geri veriyorlardı. AKP hükümeti ise Mayıs 2013’e kadarki son on sene içinde birtakım kısa süreli sapmalar olsa da doları kabaca 1.35 ila 1.85 lira arasında tutmayı başardı, yani yüksek enflasyona ve faize rağmen Türk lirası ciddi bir değer kaybına uğramadı.

Peki aynı dönemde devlet tahvili faizi ne kadardı dersiniz? TÜİK verilerine göre 2002-2012 yılları arasında devlet tahvilinin toplam bileşik faizi %720 civarında gerçekleşti! Yani örneğin AKP’inin iktidara geldiği 2002 yılında 1,000 dolarını 1.5 liralık kurdan bozdurup 1,500 liralık devlet tahvili alan bir Amerikalı sermayedar 2012 yılı sonuna kadarı 10,800 lira faiz geliri elde ederek parasını 12,300 liraya çıkardı. 2012 sonunda 1.78 civarındaki döviz kurundan tekrar dolar alan sermayedar Amerika’ya 6,900 dolarla döndü! Yani parasını neredeyse 7’ye katladı ve elde ettiği sermaye geliri için hiç vergi ödemedi. Üstelik 2002-2012 yılları arasında Amerika’daki toplam enflasyon Amerikan Çalışma Bürosu istatistiklerine göre sadece %27 idi. Hâlbuki aynı dönemde (2002-2012) TÜİK verilerine göre Türkiye’de toplam enflasyon %300 civarındaydı. Yani yerli tahvil alıcısının faiz gelirinin yaklaşık yarısı enflasyon karşısında erirken Amerika’daki görece bir hayli düşük enflasyon yabancı yatırımcının reel kazancını oldukça yükseğe taşıdı. Amerika’daki bu %27’lik enflasyonu da hesaba kattığımızda 2002 yılında 1,000 dolarlık Türkiye devlet tahvili alan Amerikalı yatırımcının 2012’ya gelindiğinde Amerika’daki alım gücü yaklaşık 5,400 dolara çıkmıştı.

Durumu daha iyi anlamak için aynı yabancı sermayedar parasını Amerika’da değerlendirseydi ne olurdu buna da bakmakta fayda var. Aynı sermayedar 2002 yılında 1,000 dolar karşılığında 10 yıllık Amerikan hazine bonosu alsaydı yıllık en fazla %5 faizden on yılda bileşik olarak maksimum %62’lik bir faiz geliri elde edecekti. Üstelik elde edeceği faiz geliri üzerinden her yıl %30’lara varan gelir vergisi ödemek zorunda kalacaktı. Vergi de düşüldükten sonra 10 yıllık bileşik kazancı %40’lara düşecek yani 2002’deki 1,000 doları 2012’de 1,400 dolar olacaktı. Bu dönemde Amerika’da gerçekleşen %27’lik enflasyonu da hesaba katarsak aynı sermayedarın on yıllık reel kazancının %10 civarında olacağını yani 2002 yılındaki 1,000 dolarının Amerika içindeki alım gücünün 2012’de 1,100 dolar civarına çıkacağını söyleyebiliriz.

Görüldüğü gibi Türkiye’de 2002 yılında 1,000 dolar karşılığı devlet tahvili alan Amerikalı bir sermayedar 2012 yılında parasını enflasyondan önce 6,900, Amerika’daki enflasyon da hesaba katılınca 5,400 dolara çıkarabiliyorken, aynı parayı Amerikan hazine bonosuna yatırdığında 10 yıl sonra 1,400 dolar sahibi oluyor ve enflasyondan sonra da alım gücü ancak 1,100 dolara çıkabiliyor.

Yukarıdaki bu basit karşılaştırma bile Türkiye’nin AKP hükümeti tarafından yabancı sermaye için nasıl bir faiz cennetine dönüştürüldüğünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermekte. Dolayısıyla illa bir faiz lobisi aranıyor ve Türkiye’de yabancı sermayenin taşeronluğunu kimin üstlendiği soruluyorsa bunun aslında AKP hükümetinin ta kendisi olduğu ortada.

Yükselen Dış Borç, Azalan Tasarruflar ve Yatırımlar
tr_tasarruf_oranlari_2000-2011 Peki, nasıl oldu da Türkiye dış açığını acilen finanse etmek durumunda kaldığında faizden ve borsasından başka dünyaya sunacak bir şeyi olmayan bir ülke haline getirildi?

Bu sorunun cevabı da yine AKP hükümetinin ekonomi politikasında gizli. Üretime, teknolojiye ve yaratıcılığa değil yurtdışında halihazırda üretilmiş olanı ithal edip pazarlamaya dayalı bir ekonomi modelini “ekonomik büyüme” olarak lanse eden AKP, Türkiye’yi Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın %35’ine varan dış borç ve %7’sini aşan cari açıkla baş başa bıraktı. Bu yüksek dış borç ve cari açık sorununu çözecek yapısal hiçbir yatırım ve plan ortaya koymadı. Onun yerine dış açığı kısa vadeli yabancı sermaye ile kapatma-örtbas etme yolunu seçti. Hâlbuki dünyada 80’li yıllarda Türkiye ile aynı noktada başlayıp bugün hem ekonomik hem insani gelişmişlik anlamında çok öteye giden birçok ülke mevcut.

Okumaya devam et

İletişim Aracı Mesajın Ta Kendisidir*: Gezi, Empati ve Merkezsiz Sosyal Medya

semazen_twitter*Marshall McLuhan

Türkiye’de Gezi hareketini ve şimdi Brezilya, Lübnan, Şili, Bulgaristan gibi ülkelerde yaşanan toplumsal tepkileri fantastik yapan küçük ölçekli bir protestonun geniş kitleleri sokağa dökebilmiş olması. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ana akım medyanın iktidar yanlısı olması ve Gezi parkı direnişinin ilk günlerinde eylemler yerine penguen belgeseli gösterme konusunda ısrar etmesi karşısında Twitter ve Facebook gibi sosyal medya araçlarıyla organize olan yüzbinler, Gezi hareketinin karakteri ve içeriğini de aslında bu iletişim araçlarıyla, yani sosyal medyayı kullanarak şekillendirdi. Bu merkezsiz örgütlenme Gezi’yi kitlesel yaptı.

Gezi direnişinin sosyal medya aracılığıyla merkezsiz örgütlenmesi Gezi’ye destek veren herkesi Gezi’ye organik olarak bağladı. Çünkü lidersiz, merkezsiz, hiyerarşik olmayan bir oluşum katılan herkesi haber alımında, haber iletiminde ve Gezi hareketinin ileriki adımlarını şekillendirmede etkin yaptı. Bu kişisel sorumluluk bilinci merkezi bir idarenin yokluğunda ve herkesin aktif bireysel katılımı olmadığında Gezi hareketinin sahipsiz kalabileceği kaygısından ileri geliyor olabilir. Her ne motivasyonla gerçekleşmiş olursa olsun, bu katılımcı ve paylaşımcı hareket Türkiye tarihinde ilk defa bu denli kitlesel biçimde ortaya çıkan bir doğrudan demokrasi arzusundan besleniyor ve yepyeni bir deneyime kapı aralıyor.

Aslında demokrasinin parlamenter biçiminin Türkiye’de yüzyıldan uzun bir geçmişi var. Sık sık kesintiye uğrasa ve ağır aksak işlese de Türkiye’nin parlamenter geleneği birinci meşrutiyet dönemine kadar gidiyor. Tek parti döneminin sonundan itibaren sayacak olursak da Türkiye’nin neredeyse 60 yıllık bir çok partili geçmişi var. Bu 60 yıl boyunca muhalefet partileri hep mecliste yer aldı, ama etkili bir muhalefet yapamadı, bir anlamda temsil ettikleri iddiasındaki insanların taleplerini etkin bir biçimde ortaya koyamadı. Bugün ise artık demokrasinin temsili biçimine karşı inançsızlık sokağa taşındı ve sosyal medyadaki örgütlenme çevrimiçinden çevrimdışına taştı. Yani ezber bozuldu ve alternatif bir birliktelik biçimi deneyimlendi.

Okumaya devam et

Çapulcunun Evrimi

resistanbul11kucukLiseden bir arkadaşımın Facebook’taki bir paylaşımında geçiyordu: “eskiden endişeli Kemalist teyzemiz vardı şimdi de Gezi ile beraber endişeli solcu ablamız var diye…”  “Bu hareket nereye kadar gidebilecek? Kalıcı bir örgütlenmeye dönüşebilecek mi yoksa sönümlenecek mi? Devrim ne zaman olacak?” gibi soruların ardı arkası kesilmiyor. Endişenin sonu yok belli ki.

Çapulculuktan devrim değilse de evrim olur ve bu endişelenecek veya küçümsenecek bir durum hiç değil. 1980 darbesi sonrasında etkisizleştirilen bir kuşağın çocuklarının sokağa hep beraber dökülebilmiş olması ve Gezi Parkı direnişini deneyimlemesi artık yepyeni bir politize toplum dönemine işaret ediyor. Gezi direnişinin sosyal medya gibi merkezsiz ve hiyerarşik olmayan bir araçla organize olması herkesi Gezi eylemlerinde sorumlu katılımcı yaptı. Gezi direnişinin otonomi ve katılımcı demokrasi istemi pratikleştirildi. Tabii ki, bu, kapitalizmin otoriter ve hegemonik biçimlerinin insanları edilgenleştirip aynılaştıran anlayışına karşı büyük bir meydan okuma.

Gezi hareketini uluslararası alanda tanımlama ve konumlandırma tartışmasına girenler öncelikle Arap Baharı’na sonra da Amerika’daki Occupy Wall Street hareketine referans veriyor. Gezi, Tahrir meydanındaki protestolar gibi çok büyük bir kitle hareketi olma özelliği taşıyor. Ama Mısır’ın aksine Gezi protestoları demokratik seçimle iktidara gelmiş bir hükümete karşı yapılıyor. AKP hükümeti İslamcılık ve neoliberalizmi buluşturması yönüyle,  nam-ı diğer “Türk Modeli” sunumu ile Arap Baharı’nı yaşayan ülkelere örnek diye gösteriliyordu, nitekim onlar da “demokratik seçimler” sonucunda başlarında AKP’nin “Müslüman Kardeşlerini” buldular. Gezi Parkı eylemleri başladığında küresel kapitalizm ile tümden bütünleşmiş durumdaki AKP hükümeti, Ortadoğu için büyük güçlerin şekillendirdiği bir olası Sünni-Şii çatışması planı içinde Sünnilerin koruyucusu ve neoliberal kapitalizmin savunucusu rolüyle etken bir rol üstlenmeye çalışıyordu.

Öte yandan,  Gezi hareketi Amerika’daki Occupy gösterilerinin üzerinde durduğu çevreci ve anti-kapitalist duruştan da besleniyor: “Gezi parkı AVM olmayacak, park kalacak.” Gezi hareketi aynı zamanda, AKP’nin Türk ekonomisinin başarısı olarak betimlediği ve aslen kendine yakın şirketlere kamu arazileri ve doğal kaynaklar üzerinde inşaat hakkını ihale ederek rant alanları yaratan anlayışına karşı örgütlenmiş bir kitle tarafından yapılıyor. Ama hem Gezi parkı eylemlerinin sloganlarına hem de Taksim Dayanışması’nın istemlerine bakıldığında Amerika’daki Occupy Wall Street eylemlerinin bir numaralı vurgusu olan gelir dağılımında adalet talebi ve anti-kapitalist duruş biraz arka planda kalıyor. “Azami ücret asgari ücretin 1o katından fazla olmasın” veya “sendikalaşmanın önü açılsın” gibi maddeler eylemler boyunca dile getirilmiş olsa da bu talepler en öncelikli talepler arasında yer almıyor. Onun yerine polis şiddetine son verilmesi, özgürlük, otonomi, katılımcı demokrasi, farklılıklara saygı ve çoğulculuk üzerinde duruluyor. Yani sınıflar arası eşitlik talebi, biraz özgürlük ve kardeşlik isteminin gerisinde kalıyor. Eşitlik vurgusu her ne kadar talepler arasında arka planda yer alsa da, Gezi Parkı içerisinde örülen dayanışma ve paylaşım pratiğinde ortaya çıktı. Park içinde paranın geçmemesi, kitapların, giysilerin, yiyecek ve ilaçların paylaşılmasıyla beraber mülkiyet ilişkilerine ve maddi eşitsizliklere karşı güçlü bir pratik evrilmeye başladı. Aslında Erdoğan’ın Gezi protestocularını adlandırırken istisnasız hepsini Çapulculukta “eşitlemesi” de Gezi Parkı’nda yeşermeye başlayan bu eşitlik pratiğine belki de ilginç bir katkı sundu.

Bilindiği gibi Erdoğan, Gezi protestocularını Çapulcu olarak adlandırdı. Çapulcu yani üretici gücü olmayan, gereksiz, belki eğitimsiz ve sisteme bir katkısı olmayan… Gezi hareketinin başlamasıyla beraber, borsa yabancı paranın Türkiye’den çekilmesi nedeniyle geriledi, faizler geçen aya nazaran neredeyse iki katına çıktı ve Merkez Bankası ne kadar müdahale etse de Türk Lirası rekor bir seviyede değer kaybetti. Bu nedenle, Erdoğan Gezi hareketini Türkiye’nin ekonomik ve politik güç olmasını istemeyen dış güçlerin komplosu olarak tanımlıyor.  Çünkü Çapulculuk, yani Gezi Parkı’nda evrilen katılımcı demokrasi ve eşitlik pratiği hızın egemen olduğu kapitalist düzende bir lüks olarak görülüyor… Zizek’in de vurguladığı gibi otoriterlik ve kapitalizm, liberal demokrasi ve kapitalizmden de daha iyi bir ikili ve bu ikili Çin ve Rusya’da iyi işliyor. Buna Paul Virilio’nun vurguladığı kapitalizmin durmadan hızlanma mecburiyeti de eklenince Gezi Parkı, yavaş yavaş ve kendiliğinden örgütlenen yapısı ile bugünkü hegemonik neoliberal düzenin tam karşısında konumlanıyor.

Okumaya devam et