Tek Olmayan Devrim

Yazan: Simon Tormey
Çeviri: K. Murat Güney

“Uyumak, belki düş görmek, ah işte pürüzler orada” (Hamlet)

Gözlerimi kapıyorum ve ‘devrimi’ düşlüyorum. Ne mi görüyorum? Dünya, biraz koyu kahverengiye çalsa da, siyah-beyaza dönüyor. Hafif dökülmüş saçları ve sivri keçi sakalı ile beyaz bir erkek görüyorum. Sınıf mücadelesine, kahramanca işlere, insanların ve makinaların kusursuz bir uyum içinde çalıştığı yeni ve iyimser bir görüşe, acılardan azad, yabancılaşmadan azad bir geleceğe dair mesajından coşkuyla ilham alan bir dinleyici kitlesine hareretli bir söylev veriyor. Bahsettiği dünya, şimdiki zamandan mutlak ve tam bir kopuş. Bu, bizim dünyamızın acı ve korkularının, açlığın ve ızdırabın yok olduğu bir dünya. Bu kel adamı dinleyenler, oraya nasıl ulaşacaklarını düşünüp bu süreci ‘devrim’ olarak adlandırdıkları zaman, içinde bulundukları dünyadan radikal şekilde farklı bir dünya tahayyül etmeye çalışıyorlar. Bu bir devrim, reform değil – zaten eğer istedikleri bugün varolandan bu denli radikal şekilde farklı bir dünya ise bu başka nasıl olabilir ki? HAYIR, bu bir devrim, hızla dönen bir enerji, arzu ve dayanışma girdabı olmalı. Biraz acı görüyorlar, ama bu acı, bulundukları noktada yerinde saymaktan duydukları acı kadar etkili değil. Bazı mermiler ateşlendi, çığlıklar, silahlar, bombalar, idam mangaları. Düş, siyaha dönüyor.
Okumaya devam et

Derrida / Davetsiz Misafir

Yazan: Suna Ertuğrul

Soru şu aslında: İnsan, kendisini de içine katmadan armağan verebilir mi? Bir şeyi kelimeler olmadan bilinir kılmak mümkün mü? Suskunluk da bir konuşma…
Helene Cixous, Limonades tout etait si infini

Derrida Misafirperverlik Üstüne adlı kitabında misafirperverliğin iki ayrı ‘yasa’sından söz ediyor: mutlak misafirperverliğin yasası; yabancıyı kayıtsız şartsız kabul etmeyi, buyur etmeyi, içeri almayı emreden yasa ile bu gelişin ve karşılaşmanın şartlarını belirleyen, karşılıklı hak ve hukukları düzenleyen misafirperverlik yasaları (örf ve adetler, töreler, yasal düzenlemeler). Diğer bir deyişle her tür karşılıklılık ve alışveriş düzeninin dışında kalan mutlak gelişin/karşılaşmanın yasası ile, bir karşılıklılık/denklik yapısı içinde karşılaşmayı örgütleyen, bir ‘ekonomi’yi yerleştiren kanunlar/kurallar. Birbiriyle kökten farklı ama birini diğerinden ayrı düşünemeyeceğimiz iki yasa. Misafirperverlik ne yalnızca yabancının kayıtsız şartsız kabul edilmesi ne de karşılıklı olarak belli kuralların uygulandığı bir karşılaşma durumudur diyor Derrida. Misafirperverlik bu iki ayrı, birbirinden mutlak olarak farklı yasanın iç içe geçtiği, birbirini hem gereksinip hem de bozduğu (saptırdığı, sapkınlaştırdığı) iki ayrı düzlemin bir arada ve aynı anda düşünülmesini gerektirir. Yasallığı açan ‘mutlak yasa’ ile yasallık/meşruluk arasındaki ilişkiyi düşünmemiz gerekir burada, ve yasallığı açan mutlak yasa aslında yasadışıdır (kanunsuz/anomos) diye devam ediyor Derrida. Misafirperverlik: yabancıyı buyur etme, içeri alma, kabul etme, davet etme, yabancıya yeri/yurdu açma, işte bu iki yasanın paradoksal ilişkisi içinde yer alır.
Okumaya devam et

Derrida Anısına Söyleşiler

Söyleşenler: Suna Ertuğrul, Meltem Ahıska, Zeynep Direk

Derrida anısına düzenlenen etkinliklerden biri de okulumuz Sosyal Bilimler Kulübü tarafından 20 Aralık 2004’te öğrenci faaliyetleri binasında gerçekleştirildi. Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Zeynep Direk, Boğaziçi Sosyoloji Bölümü’nden Meltem Ahıska ve Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri Bölümü’nden Suna Ertuğrul’un katıldığı söyleşiye ilgi oldukça büyüktü.
İlk olarak sözü alan Zeynep Direk, Derrida’yı etkileyen toplumsal bağlam ve Derrida’nın felsefe yaşamı hakkında kısaca bilgi verdi. Husserl ve Heidegger çevirilerinin okunması ve tartışılması ile beraber fenomenolojinin 1940’larda Fransa’da belirleyici bir akım haline geldiğine değinen Direk, Derrida’nın da kariyerine Husserlci olarak başladığını hatırlattı. Direk özetle şunları söyledi: Derrida’nın Hegelci hocası Jean Hypolitte’in gözetiminde hazırladığı ve 1954’te savunduğu doktora tezi, Husserl üzerinden statik ve genetik fenomenoloji arasındaki gerilimi yansıtan bir çalışmaydı. Derrida ünlü metni Gramatoloji ile ilk çıkışını yakalar. Bu metinde Derrida, Avrupa-merkezciliği eleştirir ve ilk kez ‘dekonstruksyon’ kavramını kullanır. Bu kavram aslında bir bakıma Heidegger’in ‘Destruktion’ veya Husserl’in ‘Abbau’ kavramlarının çevirisidir.
Okumaya devam et

Devlet'e Karşı Savaş: Stirner ve Deleuze'ün Anarşizmi

Yazan: Saul Newman
Çeviren: Kürşad Kızıltuğ

Max Stirner’in çağdaş siyaset teorisi üzerindeki tesiri çoğunlukla ihmal edilmiştir. Bununla beraber, özellikle iktidarın işlevini göz önünde tutarsak, Stirner’in siyasi düşüncesi ile postyapısalcı teori arasında şaşırtıcı bir yakınlık bulabiliriz. Örneğin Andrew Koch, Stirner’i, çoğunlukla içine yerleştirildiği Hegelci geleneği aşan bir düşünür olarak görür; yapıtının, bilgi ve hakikatin temelleri hakkındaki postyapısalcı düşüncelerin bir habercisi olduğunu öne sürer (Koch 1997). Koch, Stirner’in, Devletin felsefi temellerine bireyci meydan okuyuşunun, Batı felsefesinin aşkın epistemolojisine bir karşı çıkış ortaya koyarak sınırlarına kadar ulaştığını kanıtlamaya çalışır. Koch’un Stirner ve postyapısalcı epistemoloji arasında kurduğu bu bağlantının ışığında, ben de Stirner’in, bir postyapısalcı düşünür olan Gilles Deleuze ile Devlet ve siyasal iktidar sorunu üzerine yakınlaşmasına bakacağım. Bu iki düşünür arasında pek çok önemli koşutluk mevcut, her ikisi de değişik biçimlerde, Devlet ve otorite karşıtı filozoflar olarak görülebilirler. Stirner’in Devlet eleştirisinin, Deleuze’ün Devlet düşüncesini postyapısalcı reddedişini ondan çok daha önce ortaya koyduğunu ve daha da önemlisi, onların özcülük karşıtı, hümanizm sonrası anarşizmlerinin, klasik anarşizmi aştığını, böylece onun sınırlarını da yansıttığını göstermek istiyorum. Bu bildiri, devlet otoritesinin temelini biçimlendiren insan özü, arzu ve iktidar [kavramları]i arasındaki bağlantılara bakıyor. Böylece, Koch Stirner’in, Devletin epistemolojik temellerine yönelik reddi üzerine odaklanırken bu bildirinin vurgusuysa Stirner’in radikal ontolojisi -hümanizm, arzu ve iktidar arasındaki zor fark edilen bağların maskesini düşürmesi- üzerinedir. Ayrıca, Stirner ve Deleuze’ün uğraştığı hümanist iktidarın bu eleştirisinin, bizlere Devlet baskısına karşı çağdaş direniş stratejileri sunabileceğini de göstermeye çalışacağım.
Her ne kadar Stirner ve Deleuze arasında önemli benzerlikler varsa da, aynı zamanda pek çok önemli fark da vardır, birçok açıdan, bu iki düşünürü bir araya getirmek alışılmadık bir yaklaşım olarak görülebilir. Örneğin, Stirner, Marx’la beraber bir Genç Hegelciydi, yapıtları Alman İdealizminin, özellikle de Feuerbachçı ve Hegelci türünün aşırı derecede bireyci bir eleştirisi olarak ortaya çıktı. Öte yandan Deleuze, Foucault ve Derrida’nın yanı sıra, postyapısalcı düşünürlerin önde gelenlerinden biri olarak değerlendirilen bir yirminci yüzyıl filozofuydu. Deleuze’ün eseri Hegelciliğe bir saldırı olarak görülebilirken, siyaset bilimden psikanalize, edebiyata ve film teorisine kadar farklı ve çeşitli yollar izler. Stirner, genelde postyapısalcı bir düşünür olarak değerlendirilmez, Koch’un yol açıcı makalesi ve Derrida’nın Marx üzerine eseri (Derrida 1994) haricinde, çağdaş teorinin ışığı altında nerdeyse hiç dikkate alınmamıştır. Bununla beraber, belki de sorun postyapısalcılık gibi etiketlerdir, bu iki düşünür arasında -özellikle onların siyasal baskı ve otorite konusundaki eleştirilerinde- birkaç çok önemli düzeyde birleşme noktası vardır, öyle ki kimileri bundan rahatsız olabilirler ve eğer bu tür etiketlere saplanıp kalmışlarsa itiraz edilebilirler. Etiketlerin, özcü kimliklerin, soyutlamaların ve sabit fikirlerin zorbalığına karşı bu kesin itirazda -düşünceyi sınırlayan otoriter kavramlara yönelik bu saldırıda- Stirner ve Deleuze bir tür ortak zemine ulaşırlar. Bu, aralarındaki farkları göz ardı etmek değildir, bilakis, bu farkların, önceden belirlenemez ve olumsal bir biçimlenme yolunda, Deleuze’ün deyişiyle yeni siyasal kavramlardan hareketle şekillendirilebilecek “dayanıklılık planı”nda nasıl birlikte tınladıklarını göstermektir.
Okumaya devam et

Stirner ve Foucault: Post-Kantçı Bir Özgürlüğe Doğru

Yazan: Saul Newman
Çeviren: Kürşad Kızıltuğ

Max Stirner ve Michel Foucault çoğunlukla birlikte incelenmeyen düşünürlerdir. Yine de, uzun süreden beri ihmal edilen Stirner’in, çağdaş postyapısalcı düşüncenin bir habercisi olduğu iddia edilebilir.1 Hakikaten, Stirner’in Aydınlanma hümanizmi, evrensel akılcılığa ve özsel kimliklere dair eleştirileriyle, Foucault, Jacqués Derrida, Gilles Deleuze ve diğerlerinin geliştirdikleri benzer eleştiriler arasında pek çok alışılmadık koşutluklar vardır. Bununla beraber, bu makalenin amacı, yalnızca Stirner’i postyapısalcı gelenek içine yerleştirmek değil, daha ziyade, onun özgürlük sorunu hakkındaki görüşünü incelemek ve Foucault’nun, iktidar ilişkileri ve özneleşme bağlamındaki kendi genel düşüncesinin gelişimiyle olan bağlantılarını keşfe çıkmaktır. Geniş bir açıdan bakarsak, her iki düşünür de, çoğunlukla bizzat baskıcı olan özcü ve evrensel önvarsayımlar içeren klasik Kantçı özgürlük düşüncesini son derece sorunlu olarak görürler. Bunun yerine, özgürlük kavramı yeniden düşünülmelidir. Bundan böyle bu kavram, baskıdan özgürleşmek anlamına gelen olumsuz
terimler içinde görülemez; buna karşın bireysel özerkliğe dair, özellikle de bireyin yeni özneleşme kipleri inşa etmesi özgürlüğü anlamında, çok daha olumlu düşünceler içermelidir. Göreceğimiz gibi Stirner, hep beraber özgür olmaya dair klasik düşünceyi gereksiz kılmış ve bu radikal bireysel özerkliği tarif eden kendi olmak* (Eigenheit) teorisini geliştirmiş. Özgürlüğün özcü olmayan bir biçimi olarak bu tür bir kendi olmak teorisinin, eleştirel bir ethosu ve kendiliğin estetikleştirilmesini içeren Foucault’nun özgürlük projesiyle birçok benzerlikleri olduğunu öne sürüyorum. Gerçekten de Foucault, özgürlük söyleminin antropolojik ve evrensel akılcı temellerini soruşturur ve özgürlüğü etik pratikler açısından yeniden tanımlar.2 Hem Stirner hem de Foucault, çağdaş anlamda özgürlüğü anlamak için hayati öneme sahiptirler -özgürlüğün, bundan böyle, akılcı mutlaklar ve evrensel ahlâk kategorileri tarafından sınırlandırılamayacağını gösterdiler. Özgürlük anlayışını Kantçı projenin sınırlarından kurtararak, -kendiliğe dair somut ve olumsal stratejiler üzerine oturtarak- daha öteye taşırlar.
Okumaya devam et

Alaycı Aklın Eleştirisi

70’li yılların ortasında, Collége de France’da verdiği derslerden birinde (7 Ocak 1976), Michel Foucault, birlikçi, kapsayıcı, evrenselci, sistematik, merkezi ve bilimsel olduğu iddiasındaki tüm söylemlerin totaliter yapısının boyunduruğundan kurtulmanın yolunu, soykütüğü adını verdiği, yerel, tekil, özel, parça parça ve dağınık minör söylemlerin canlandırılması olarak gösteriyordu. Bu kendisinin, Deleuze’ün ve diğer düşünürlerin analitik eleştirileri ile, bunlardan daha önemlisi, bilimsel bilginin hiyerarşisi tarafından diskalifiye edilmiş, aşağı görülmüş bilmelerin, yani gündelik, yerel, özel bilmelerin ittifakıyla gerçekleşebilirdi. Ona göre, kapsayıcı söylemlerin zorbalığına karşı girişilecek bu yapıbozumcu eleştiri, tam anlamıyla bir savaştı ve zorbalığın yıkımı için majör söylemlere karşı minör söylemleri geliştiren böylesi bir savaşı yürütmek gerekiyordu.
Nitekim, Foucault’nun 60’lardan beri öngördüğü bu savaş gerçekleşti. Son 30-40 yıl boyunca, geleneklerin, dinlerin, ulus-devlete dair söylemin, bilimlerin ve ideolojilerin nasıl da müthiş bir hızla karikatürleştirildiğini, tiyatrolaştırıldığını, tersine çevrildiğini, lime lime edildiğini ve yıkılıp dağıldığını gördük. Felsefi arenada postmodern eleştirinin yükseldiği bu dönemler tam da başını Ursula LeGuin ve Samuel Delany’nin çektiği yeni muhalif bilimkurgucuların, Karanlığın Sol Eli ve Triton gibi kitaplarıyla, verili kimliklere dair söylemleri yapıbozumuna uğratıp kadını ve erkeği birleştiren, geçişkenleştiren, akışkanlaştıran yeni transseksüel kimliklikleri, bir alternatif olarak tahayyül ettikleri zamanlardı. Bu sırada başını Philip K. Dick’in çektiği ve yeni yeni hayat bulan bir başka akım olan siberpunk da gerçekliğin ne olduğu sorusunu masaya yatırıyordu. 70’lerin sonunda edebiyatta ve sinemada yükselen bu yapıbozumculuğa, öngörüldüğü gibi, gündelik bilmeler, popüler kültürler, medya aracılığıyla yayılan kurgulanmış sansyonel haberler de eşlik etmekteydi.
Özel televizyonların yaygınlaşmasıyla hız kazanan, internetle doruk noktasına ulaşan bu söylemler savaşı, nihayet artık sona erdi. Üstelik büyük bir zaferle. Bu hem iktidarın hem de onu yapıbozumuna uğratan muhalefetin zaferiydi. İktidarın zaferiydi; çünkü parçalanan iktidar artık her yere yayılmış ve mutlak bir denetim ağı oluşturmuştu. Muhalefetin zaferiydi, çünkü muhalefet, iktidarı paramparça etmiş, onun bir kurgu olduğunu göstermiş ve böylece yeni yeni kurgular oluşturma özgürlüğünü bizlere bahşetmişti. Elbette yukarıda sayılan nedenlerden, savaşın sonu aynı zamanda hem muhalefetin hem de iktidarın bozgunuydu. Merkezi söylemlerin, duvarların ve sınırların topyekün bir yıkımıyla kalmayıp onlara temel oluşturan tüm değerleri de iflas ettiren bir zafer ve bir bozgundu bu. Tıpkı atom bombasının atılması ile sona eren İkinci Dünya Savaşı gibi, enformasyon bombasının atılması ile sona eren bu savaş, bizlere, ardında, enformasyonun radyoaktif yayılımının sürdüğü ve dört bir yanımızı bu radyoaktiviteye maruz kalan mutantların sardığı bir dünya bırakmıştı.
Okumaya devam et

Derrida'ya Ağıt

Yazan: Fırat Kurt

Derrida öldü! Bu cümle ilk kez çevremde yankılanmaya başlayınca, söze ve yazıya geçen bir kayboluş yükseldikçe, anlam dağarcığımın bin bir köşesinden fışkıran/saçılan karanlık haykırışlar beni bir insan olarak tanımadığım ama belirli metinlerin ücra köşelerine yazılmış, o metinlerin sahipliğine/sahibine gönderme yapan bir isme dair bir şeyler söylemek, bir şeyler yazmak gerekliliğine sevk etti. Neden? Bugün bu sorunun anlamlı olup olmadığı bir yana, onun üzerine yazılan çizilen bunca şeyden sonra neden diye sormak ya da sormamak ya da sormamanın getireceği tehlikeyi göze almak/almamak noktasında metnin size verebileceği, ki sadece bu satırları yazan tarafından ilk bakışta tahayyül edilen bir nedenden, şu cevap olabilir: bir sürecin, bir yolculuğun radikal bir kırılma (?) anında bu isimli yazarın kaleminden çıkan onun metinlerinin düşün dünyamızda oynadığı kritik (ama bir çift anlam ekseninde kritik hem önemli/stratejik hem de eleştirel anlamda) ve belki de tetikleyici rol. İpe sapa gelmez yollarda, düşüncenin uğrağından bihaber o sık ormanda yol gösterme işlevinin son temsilcilerinden biri, belki de ta kendisi… Ama arkasından yazılacak bir yazı, amacı her ne kadar belirlenmiş ya da amacının ne olmadığından bahsedilmiş olursa olsun, bütünlükçü ve kapsayıcı bir metin olamayacaktır; aslında olmamak amacını gütmesi riskini barındırmak tam da Derrida’nın arkasından yakılacak bir ağıta, bir yasın o en yoğun noktasına, anlamsal olarak -ironik de olsa- denk düşecektir. Ne de olsa bir ağıt ölenin arkasından ölenin kendisine değil, kaybolmuşluğu deneyimleyene gönderme yapar, artık eksikliğinin baki olacağının tüm dünyaya bir haykırılışıdır; aynen Derrida’nın ölümünden önce Yas Çalışması adı altında en yakın dostlarını anması gibi. Onun kendi borcunu dostlarına ödeme çabası gibi, yazar da ona olan borcunu ve elbette okuyucuların borçlarını -o hesaplanabilirliği olmayan edebi yekûnu-, kapatma çabasındadır. Bu dile getirene yönelmiş ağıtta, hiç bitmeyen önsözde, mısraları birbirini örtemeyen şiirde, okuyucuyu en baştan uyarmak gereklidir: tüm bu bahsedilenlerce çevrelendiği gibi, yazıya dökülen bu cümleler, konusu edilen ölüye sadık değildir, ona belki yaklaşır –ki bunu hiçbir zaman bilemeyiz-, ama ona olan borcunu tam da onu tekrar yazarken ürettiği olumsallıkla, yenilikle, icatla öder: kendi yolunu açmak! Walter Benjamin’in kendince eşsiz değer atfettiği Çinli metin kopyacıları gibi, Derrida da okunmamalı, kopya edilmeli –ama ‘yeniden’ yazılarak-, ki böylece yazının o orada olmayana yaptığı açık göndermenin, bir noktada samimiyetinin, okuyucu-yazıcının kendi yolunu açmasına, bir metindeki sembolleri dile getirmekten fazlasını yapmasına olanak sağlar; o ormanda yürümek, yolları arşınlamak, yolları tepeden izlemek yerine…
Okumaya devam et

Derrida’nın Düşüncesinde Metafizik ve Şiddet

Yazan: Suna Ertuğrul

Derrida 20. yüzyılın ikinci yarısına Heidegger’le birlikte damgasını vurmuş birkaç büyük düşünürden biri olarak hala okunmayı beklemektedir. Sonsuz zorluktaki kitapları çok satanlar listesine giren, üstüne sayısız makale ve kitap yazılan, çağımızda düşüncenin geldiği sınırı ismiyle belirleyen, bir taraftan da bu ‘sınır’ düşüncesinin zorluğunun aslında gereksiz bir laf salatasından ibaret olduğu şeklinde saldırılara maruz kalan Derrida, kendisinin Blanchot için dediği gibi, bize gelecekten seslenmektedir. Henüz gerçekten okumaya başlamadığımız bir düşünürdür Derrida. Okumanın/okuyamamanın aldığı şekillerden biri de akademik sistematikleştirme ve özümseme çabalarında belki de ‘sistem’ tarafından bu radikal eleştirmenin fark ve farklılığa dair söylediklerinin üstünün örtülmesidir.
Buradan yola çıkarak Derrida’nın düşüncesinde varoluşsal çizgiye, varoluşun farkın üstünden kendisini söylemesine ve bu söyleyişte sistemle girdiği çelişkinin hakikatin ta kendisi olduğu savına değinmemiz gerekir. Bu ilk bakışta çok Hegelci gibi duran tez Derrida’nın düşüncesinde Hegel’in (Batı metafiziğinin son temsilcisi ve tamamlayıcısı olması özelliğiyle) kökten bir eleştirisi olarak kendini gösterir. Her şey, metafiziğin kendini tamamlayıp kapatmasıyla, bu kapanışın oluşturduğu ve ortaya çıkardığı metafizik tarihinin sınırında ya da içinde durmak arasındadır! Fark Hegel’in tamamladığı ve tamamlarken sınırlarını da gösterdiği Batı metafiziğinin yapıbozumunda, bu sınırın aralıksız/sürekli (sürekli devrim gibi!) yeniden ve yeniden işaretlenip gösterilmesindedir. Hegel’i aşmak, Batı metafiziğinin topyekûn dışına çıkmak imkansızdır. İçinde belirlendiğimiz sistem, sistemin sınırlarını yeniden düşünmekten ve bu sınırların üstünden sistemin sürekli yapıbozumuyla dönüşebilir. Belki!
Okumaya devam et