Ölüm nedenleri çeşitlidir, ama bu sonsuz çeşitlilik nihai sonucun tekilliği karşısında çaresizdir. Oysa çağımızda, hangi nedenle öldüğünüz, belki sizin için değil ama sizden sonra hayatta kalanlar için büyük önem taşımaktadır!
Modern çağda ölüm nedenleri kabaca ikiye ayrılır: Her türden kaza, doğal afet, salgın hastalık, sigara ve içkiden kaynaklanan, maddi koşulların “kontrol altına alınıp” değiştirilmesi ve iyileştirilmesi durumunda önüne geçilmesi çok muhtemel “önlenebilir ölümler”! (Açlık ve savaş da büyük oranda bu türe girer) Dikkat ederseniz, önlem alınmadığı için gerçekleşen bu ölümler, yüksek ratingli haber olma niteliği taşımaktadır. Bu konuya tekrar döneceğiz.
Bir de şu anda önleme çalışmaları yapılan ama henüz önüne geçilemeyen ölüm nedenleri vardır. “Kalp krizi, kanser, aids, beyin kanaması, yaşlılık…” Bunlara da “henüz önlenemeyen ölümler” diyelim. Genelde hastane köşelerinde sessiz sedasız gerçekleşen bu ölümler pek bir haber niteliği taşımazlar.
Peki neden?
Okumaya devam et
Yazar arşivleri: K. Murat Güney
Siyah Hatıralar Denizi
Kitap Eleştirisi:
Siyah Hatıralar Denizi
Mehmet Açar
İletişim Yayınları, 2000
“Gidemeyeceğimiz yer yok. O inanışla, özgüvenle dopdolu, yola çıktık başka dünyalara. Peki ne yapacaktık o dünyalarla? Ya biz onların efendisi olacaktık ya da onlar bizim: Yetmezlik içindeki zihinlerimizde tek düşünce buydu!”
Stanislaw Lem’in, bilimkurgunun klasikleri arasında yerini almış olan ünlü “Solaris” romanından yapılan bu alıntıyla açılıyor Siyah Hatıralar Denizi. Lem’in bu sözleri aslında kitap boyunca süregidecek olan tartışmanın da habercisi. Kuzeydenizi kıyılarında, her daim karanlık ve karlı Nordzest isimli bir kasabaya iki intiharla ilgili sır perdesini aralamak için gelen bir ajanın gözünden anlattığı sürükleyici eserinde, pozitivizmi, bilimin rehberliğine olan sonsuz güveni, ilerlemeci ve yayılmacı modernist anlayışı eleştiriyor Mehmet Açar. Bu yaklaşımıyla da yıllar boyunca, ABD’de daha 1960’larda sona eren teknoloji hayranı, bilime tapınan bilimkurguya bağlı kalan Türkiyeli bilimkurgu yazarlarından hemen ayrılıyor.
Kitapta olaylar, yaşadığımız zamanın yüz elli, iki yüz yıl kadar ilerisinde geçiyor. AIDS türevi büyük bir salgının ardından dünyada yaşayan yaklaşık sekiz milyar insanın büyük bölümü ölmüş, geriye kalan ve ne zaman aktifleşeceği meçhul virüsü vücutlarında taşıyan insanlar da bir an önce dünyayı terk edip uzaya çıkma, yerleşilecek yeni bir gezegen bulma telaşına düşmüştür. Büyük salgının sorumlusu olarak görülen bireyci haz ahlakı ve kapitalist tüketim düzeni terk edilmiş, ulus-devlet ortadan kalkmış, insanlık “Birleşik Federasyonlar Parlamentosu” adı altında kominal ve otonom bir tarzda örgütlenmiştir. Kahramanımız işte böyle bir dünyada, BFP’ye doğrudan bağlı Soğuk İstasyon adlı bilimsel araştırma merkezi üyelerinden ikisinin başına gelen şüpheli intiharları araştırmak üzere gönderilir ve Nordzest’teki yegâne otel olan Ennoia’ya (Yunanca “kader” anlamına geliyor) yerleşir. Bir süre sonra, son derece kafkaesk tarzda döşenmiş olan otelimizde tuhaf şeyler yaşanmaya başlayacaktır. Çok uzun süren irade dışı uykuların ardından uyandığında koridorlarda anlam veremediği halüsinasyonlar gören kahramanımız, neden sonra otelin bu uykular esnasında zihnini incelediğini anlayacaktır. Ennoia Oteli adeta yaşayan bir organizma gibidir. Lem’in, yaşayan ve uykuda zihinleri tarayıp daha sonra halüsinasyonlar yaratan Solaris Gezegeni’nin bir benzeridir Ennoia Oteli. Çok geçmeden kahramanımız, oteldeki bu tuhaf olayları araştırmak üzere farklı zaman boyutlarında yaşayan ve bu nedenle birbirleriyle karşılaşmayan sosyal bilimci kongre üyeleri, memurlar ve doğrudan BFP’ye bağlı olan Soğuk İstasyon çalışanları gibi farklı grupların varlığını fark edecektir.
Okumaya devam et
"Bilimkurgu ve Gelecek" -Ursula L. Guin-
Geleceğin nerede olduğunu biliriz. Gelecek önümüzdedir. Öyle değil mi? Önümüzde uzanır, büyük bir gelecek önümüzde uzanır; her diploma töreninde, her seçim yılında güvenle ona doğru ilerleriz. Ve geçmişin nerede olduğunu biliriz. Ardımızdadır; doğru değil mi? Bu yüzden onu görmek için geriye dönmemiz gerekir ve bu geleceğe doğru ilerlememize engel olur; onun için geriye dönüp bakmayı pek sevmeyiz.
Öyle görünüyor ki, And Dağları'nın Quechua dilini konuşan insanları tüm bunları daha farklı algılıyorlar. Farklı algılıyorlar; çünkü geçmiş bildiğindir, onu görebilirsin -önündedir, burnunun ucundadır. Bu bir eylemden ziyade algılama, ilerlemeden ziyade farkında olma tarzı.
Yazan: Ursula L. Guin
En az bizim kadar mantıklı olduklarından ötürü, geleceğin arkamızda, gerimizde, omzumuzun ardında uzandığını söylerler. Gelecek, geriye dönüp o bir anlık bakışı yakalamadıkça göremeyeceğinizdir. Ve bunun için bazen geriye dönmemiş olmayı dilersiniz, çünkü ardınızdan size doğru sokulanı bir an için görmüşsünüzdür… Bu nedenle biz And Dağları'nın insanlarını ilerleme, kirlilik, pembe diziler ve uydulardan müteşekkil kendi dünyamıza çektikçe, onlar omuzlarının üstünden nereye gittiklerini görmek için bakarak, geriye gidiyorlar.
Bunun ustaca ve yerinde bir tavır olduğunu düşünüyorum. En azından bize geleceğe doğru ilerleme lakırdımızın bir metafor, gerçekten efsanevi bir fikir, hatta belki, hareketsiz, kabul eder, açık, sessiz, dingin olmaya dair maço korkumuza dayanan bir blöf olduğunu hatırlatıyor. Susmayan saatlerimiz zamanı yarattığımızı, onu denetlediğimizi düşünmemize neden oluyor. Saati çalıştırıyoruz ve zamanı yaratıyoruz. Ama aslında nükleer savaş başlıkları ile süpersonik jetler içerisinde onu karşılamak için ileri atılsak da, bir tepeye oturup lamaların otlamasını izlesek de, gelecek gelir, ya da oradadır. Alarmı kursanız da, kurmasanız da sabah olur.
Okumaya devam et
Philip K. Dick'in Evreni
Philip Kindred Dick veya kendisinden bahsederken kulladığı kısaltmayla PKD, bilimkurgu edebiyatının önde gelen isimleri arasında yer alır. 1950-1980 yılları arasında verdiği sayısız eserle adını bilimkurgu tarihine yazdırmakla kalmamış, aynı zamanda 20.yy Amerikan edebiyatının da en önemli yazarlarından biri olarak kabul görmüştür. PKD’nin, yaşadığı dünyaya ve çağına dair çarpıcı göndermeler, derin felsefi tartışmalar ve bilim ile pozitivizme karşı girişilmiş ince bir alayla bezeli roman ve öyküleri bir çırpıda, Asimov ve Arthur C. Clarke gibi isimlerin temsil ettiği bilim-teknoloji hayranı hardcore bilimkurgudan ayrılır. Bilimkurgunun yadırgatmacı özelliğini, varoluşu, gerçekliği, zamanın tek yönlülüğünü ve iktidarı sorgulamak için kullanan PKD, yer yer ironikleşen yer yer paranoyaklaşan bir dille bizlere “gerçek nedir?” ve “canlı nedir?” gibi bir dizi çok temel soru sordurtur ve bu sorulara cevaplar arar. Yukarıda sözü geçen iki soru bağlamında sırasıyla “sanal gerçeklik” ve “yapay zeka” üzerine daha yılllar önce gündeme getirdiği tartışmalar, bugün mühendislik, felsefe ve siyaset alanlarının merkezinde yer almaktadır.
PKD, 1982 yılında “Do Androids Dream of Electronic Sheep” (Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?) başlıklı öyküsünden uyarlanan “Blade Runner” filminin vizyona girmesinden bir hafta kadar önce ölür. Blade Runner filminin bir külte dönüşmesinin ardından 40'ı aşkın romanı, 200'ü aşkın öyküsü tekrar tekrar basılır. Eserleri sayısız yazar tarafından taklit edilir ve görüşlerinden ilham alan(!) nice yönetmen, PKD’nin isimini vermeksizin PKD öykülerini filme uyarlar. Kısacası son dönemlerde karşımıza çıkan birçok çağdaş sanat ürününde PKD’nin izlerine rastlamak kaçınılmazdır. Douglas Kellner’dan Jean Baudrillard’a çağdaş kuramcıların göz bebeği, siberpunkçıların ve Matrix’in atası PKD’nin eserlerini okumak, içinde yaşadığımız postmodern çağı yorumlayabilmek için elzemdir.
Festivalden Notlar: Afganistan, Göçmenler ve Umudun Beyazperdedeki İzdüşümleri…
Bu yılki İstanbul Film Festivali’nde önceki festivallerde rastlanmayan iki yeni başlık göze çarpıyordu. “Çağımızın Aynası Sinema” ve “Umuda Yoculuk: Göçmenler.” Bu yazı, işte bu başlıklar altında gösterilen bir dizi filmin değerlendirilmesi üzerinden, kaçak göç olgusunu; zaman zaman işsizlik, savaşlar ve siyasi baskının zaman zaman da tüketim ve gösteri kültürünün büyüsünün insanları nasıl yerlerinden yurtlarından ettiğini konu edinen, siyasal sorunlara direkt olarak parmak basan, çağımızın aynası olma iddiasındaki bir sinemanın varlığını olumlu ve olumsuz yanlarıyla beraber masaya yatırmayı amaçlıyor.
Değerlendirmeye, öncelikle, yukarıda adı geçen başlıklar altında gösterilen filmlerin –“Osama” ve “Otar Gittiğinden Beri” gibi birkaç çok iyi örnek dışında- tek başlarına yer yer toplumsal olguların siyasal ve tarihsel çok boyutluluğunu ortaya koymak konusunda yer yer de aynı olguyu farklı bakış açılarından değerlendirebilmek noktasında yetersiz kaldığını söyleyerek başlayabiliriz. Belki ancak tüm filmler bir arada izlenince ortaya göç, yoksulluk ve baskı olguları konusunda derli toplu bir resim çıkıyor, zira her film bilmeden de olsa bir diğerinin ihmal ettiği başka bir noktaya odaklanıyor. Bu duruma bakıp böylesi bir sinema anlayışına dair olumsuz yargılar edinmek mümkün. Diğer yandan, ileride böylesi filmler arasında etkileşimin artacağını da göz önünde bulundurarak bir tür olarak çağın aynası olmayı hedefleyen bir sinemaya dair umut beslememek için de hiçbir sebep yok. Hepsinden öte, bu sene toplumsal içerikli filmlerin festival kapsamına alınmasını, Çin’den Afganistan’a, Yunanistan’dan Avusturya’ya, Bulgaristan’dan Gürcistan’a kadar oldukça geniş bir coğrafya hakkında iyi kötü bir fikir edinmiş ve bu bölgelerin sinemasına bir bakış atma imkanı bulmuş olmamıza vesile olduğu için son derece olumlu bir girişim olarak değerlendirdiğimizi de ekleyelim.
Okumaya devam et
Cezayir Savaşı (The Battle of Algiers)
Yönetmenliğini Gillo Pontecorvo’nun üstlendiği “The Battle of Algiers” filmi 1964 yılında ilk kez gösterildiğinde Cezayirliler Fransa’yla giriştikleri bağımsızlık savaşlarını kazanalı iki yıl olmuştu. O zamanlar nüfusu 9 milyon olan Cezayir’in bir milyon kaybına neden olan bu kanlı savaşın ardından çekilen filmde yönetmen özellikle 1954 ila 1957 arasında Cezayir şehri ve Cazbah bölgesi FLN’nin (National Liberation Front) hareketi çerçevesinde gelişen politik ve toplumsal olayları konu edinmişti. Filmin tarafgirliği ve içeriği üzerine tartışmaya başlamadan önce “The Battle of Algiers”in gösteriminin 1971 yılına kadar Fransa’da yasak olduğunu, o yıldan sonraki gösterimlerinin büyük çoğunluğunun da Cezayir’de yapılan işkencelere dair sahneler sansürlenerek yayınlandığını belirtmekte fayda var. Bu anlamda bir sinema eseri olmanın ötesine geçip, siyasal ve toplumsal bir olguya dönüşen film, Vietnam (Viet Minh), İrlanda (IRA) ve Nikaragua (Sandinistas) gibi başka coğrafyalarda süre giden ulusal bağımsızlık hareketleri taraftarlarınca da sıklıkla izlenmiştir.
Bu değinmelerden sonra artık sırasıyla, filmin tarafgirliğini; Cezayir ve Fransa ulusları arasındaki kutuplaşmaların filmde nasıl sembolleştirildiğini ve Cezayir’in bir ulus olma sürecine dair filmden yakalanabilecek ayrıntıları tartışabiliriz. Böylece “The Battle of Algiers” filmi üzerinden anti-colonial hareketin ve üçüncü dünyayın uluslaşma sürecinin nasıl hem bir ulus olarak tanımlanabilmek için batıya “benzeme” ve hem de bağımsız olabilmek için sömürgeci batılı ulusa karşı “farklılığını” ortaya koyma çabasını beraberinde getirdiğini göstermeye çalışacağım.
Okumaya devam et
Delilik, Terör ve 12 Maymun
Postmodern çağ… İnsanın sonu, büyük anlatıların sonu, tarihin sonu, toplumsalın sonu. Her şeyin sonu bir bir ilan ediliyor… Peki ya delilik! Onun da sonu gelmiş olmasın?
Michel Foucault, başyapıtlarından “Deliliğin Tarihi”nde, aydınlanmacı ve modernist söylemin, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca genelgeçer aklın sınırlarının dışında gezinenleri, “farklı” olanları, toplumsal normlarla işi olmayan ve “gelişmenin” ve “ilerlemenin” önünü tıkayanları, nasıl da “deli” olarak damgalayıp kategorize ettiğini, dışladığını, baskı altında tuttuğunu ve akılhastahenelerine kapattığını çarpıcı bir dille anlatır. Ancak Foucault, deli ve akıllı kavramlarının soykütüğünü sunduğu bu eserinde “deli”ye atfedilen rolün yakın dönemlerde, (kimi düşünürler tarafından, küreselleşme ve iletişim teknolojisindeki gelişmelere dayanarak “postmodern çağın başlangıcı” kabul edilen 80’lerden itibaren) geçirdiği dönüşüme değinmez.
Oysa, modern çağın, farklı olanı dışarıda tutan ve mutlak olarak ötekileştiren, fiziksel veya psikolojik vahşi ve görünür bir şiddet ile baskı altına alan ve susturmaya çalışan iktidarına karşılık postmodern çağda sistem, kendisini devam ettirmek için tam tersi bir metod izler. Farklı olana saygı, çoğulculuk, çokseslilik, hoşgörü söylemi adı altında normal ve anormal, iktidar ve öteki, sistemin içi ve dışı gibi modernitenin mutlaklaştırdığı ikili karşıtlıklar arasındaki sınırlar fluğlaşır, tüm çeşitliliklere kucak açan postmodern düzen bu çeşitlilikleri nötralize eder. Elbette, bu durumdan deliler de nasibini alır ve “marjinal” tanımıyla otantize edilir, tüketilesi birer imaja dönüşür ve varlıkları, sistemin “dış”ında duran (sınırdışı edilmiş), kapatılmış olsa dahi bir tehdit olmayı sürdüren bir konumdan, sisteme sınırından (marjininden) da olsa eklemlenmiş “hoş bir ses” ve “farklı bir renk” konumuna indirgenir. Baudrillard’ın dediği gibi bir şekilde delilik diffuze olmuş, toplumun her noktasına yayılmış ve artık görünmez olmuştur. Bu nedenle “bugün artık akılhastanelerine gerek kalmamıştır; çünkü artık her yer bir akıl hastahanesidir.” Şüphesiz, postmodern çağın simülasyon düzeni, farklılıkları asimile etmek konusunda, modernitenin bir adım önüne geçmiştir. Buna karşın farklı olana dışarıda bir alan bırakmayan postmodern düzenin yarattığı virüsler olan sapkınlık ve terörün dehşeti korkarız modernitenin yarattığı virüslerin şiddetinin birkaç adım önüne geçecektir …
Okumaya devam et
2000li Yıllarda Yeni Teknolojiler, Yeni Siyaset ve Yeni Gençlik Üzerine
“Gençlik üzerine konuşmak”
Bu yazı ne gençliğin sesi olmak ne de gençlik hakkında ahkam kesmek iddiasındadır. Bu yazının yegâne maksadı, gençlik olarak sınıflandırılan topluluklara atfedilen birtakım genellemeleri ve önyargıları hükümsüz kılacak istisnaları gözler önüne sermektir. Modern tarihin inşa ettiği ikili karşıtlıklara dayalı türlü diğer kategorizasyonlar üzerine söz söylemekte olduğu gibi gençlik adına ve gençlik üzerine konuşmaya, yazmaya, çizmeye başlamak da her daim problemli olmuştur. Zira böylesi bir girişim ister istemez homojen bir gençlik durumunu ve bu homojen durumu tasvir edecek genel geçer nitelemeleri, eğilimleri ve olguları varsayar. Oysa aslında herkes ancak kendi tecrübelerinden yola çıkarak, kendi adına konuşabilir. Bu kaygılar ile kaleme alınan, gençlik üzerine konuşmayı mesele edinen ve bu kaygıları dillendirmekten dolayı henüz konuya bile giremeyen bu yazı, yazarının da bir parçası olduğu üniversiteli öğrenci gençliğinin tecrübelerini yansıtmakla kendisini sınırlandırarak bir nebze olsun kendi varoluşunu meşru kılmaya çalışacaktır. Öte yandan yerelden, minör bir alandan bakıp oraya dair söz söyleyen bu mütevazı girişim, aslında yerelin istisnai koşullarını gözler önüne sererek bir yandan da genele dair söylemi kırmak, başkaları adına konuşanın önyargılarını boşa çıkarmak gibi iddialı bir niyeti de içinde barındırmaktadır.
Elbette bu yazının okurları, gençlik denen topluluğun biyolojik ve ruhsal ayrıt edici özelliklerinin ötesinde aslında bir kurgu, inşa edilmiş bir kategori olduğunun farkındadır. Ne var ki, gençlik her ne kadar söylemsel bir inşa olsa da, bu kategorizasyon vesilesiyle kendilerine gençlik atfı yapılanlar, toplum içinde ayrımcılığa maruz kalmakta, ulusalcı söylemin yani ordunun ve eğitimin neferleri, kapitalizmin de en aktif tüketicileri olarak tabi kılınmaktadır. Gençlik üzerine konuşmak ilk bakışta bu ayrımcı, tabi kılıcı söylemi yeniden üretmek anlamına geldiğinden rahatsız edici gelebilir. Ama bir yandan da sadece genç oldukları gerekçesi ile fiili olarak bu ayrımcı, tabi kılıcı muamelelere maruz kalan, zorunlu eğitimin, zorunlu askerliğin ve zorlanan tüketimin özneleri olarak inşa edilen hakiki bir topluluk ve bu topluluğun güncel sorunları, kaygıları ve arayışları da vardır. Yani dile getirmekten kendimizi alıkoyamadığımız tüm bu kaygılara karşın gençlik üzerine konuşmak yine de gereklidir.
Okumaya devam et